"Ramazan'ın zevk ve şevk faslı teravihten sonra başlardı. Namazlarını camide kılanlar için heyecanlı tahminlere yol açan, gecenin mahyaları idi. Zira mahyacılık, gelişi güzel bir heves işi, kolayına başarılır bir hüner değildi.
Birinci Sultan Ahmed zamanında başladığı rivayet edilen mahyanın üçyüz senelik bir mazisi var demekti.
Bir anlatışa göre, Fatih Camii müezzinlerinden Kefeli Ahmed Efendi'nin, işleyip padişaha hediye ettiği bir çevre, mahyacılığın doğuşuna esas olmuştu. Şöyle ki, Birinci Sultan Ahmed, bu çok beğendiği çevrenin üstündeki yazı ve resimlerin, minareler arasında kandillerle işlenebileceğini düşünerek devrin hüner erbabına bu yolda bir tecrübeye girişmelerini emretmiş ve işte nihayet, ince bir sanat olan mahyacılık da bu suretle doğup gelişir olmuştu.
Yirminci asrın başında ise bu sanata son kemal durağına vasıl olmuş denebilirdi.
Ramazandan onbeş gün evvel elden geçirilen mahya ipleri, iki minare arasına gerilir ve bu hazırlığı gören şehir halkı ise Ramazanın ayak seslerini duymuş gibi sevinirdi.
Nihayet toplar atılır, beklenen gün gelir ve gene herkeste bir merak: "Acaba ne yazacak?" diye bir bekleyiş başlardı. İlk gece, hemen bütün camiler "Hoş geldin, merhaba, bârekallah..." gibi klişeleşmiş yazılarla Ramazanı karşılarlarsa da, belli olmaz, ustanın canı ister, uzun bir cümleyi gecenin esmer teni üstüne konduruverirdi.
Bu işin meraklıları, daha ilk yağ kandili karanlığın içine düşerken takibe başlayarak yazı tamamlanıncaya kadar seyrine doyamaz ve doğru yanlış, türlü tahminlerde bulunurlardı. Kâh kayar, kâh düşer gibi havada asılı kalan kandiller titreşe titreşe boşluğa iner ve sanki sihirli bir el tarafından çekiliyormuş gibi de mahyacının kararladığı noktaya gelerek durur ve bunu bir ikinci, bir üçüncü ışık damlası takip ede ede iki minare arasındaki yazı veya resim tamam olurdu.
Minareden minareye gerilmiş halat üstüne sarkıtılan kandillerin makaralı ipine vurulan düğümler, mahyacılığın en müşkül tarafıydı. Zira bu düğümlerin hesabını şaşırmamak, eksik veya fazla olmamasına dikkat etmek lazımdı; ta ki bu suretle gecenin boşluğuna damla damla yazılan sülüs ve celî yazılar tamamlanıp ihtişamla parlayabilsin.
Mahyacı yazısını veya resmini evvela kutulara bölünmüş bir kağıt üstüne çizip hazırlar ve bu kutulara göre kandillerin yerlerini tayin ederek düğümlerin hesabını yapardı. Sonra da ayrı ayrı iplere kandiller dizilir ve daima gevşek bulunan yedek halatların da yardımıyla makaralar çekilir ve böyle böyle de harfler ve şekiller meydana gelirdi. Sanki bütün bir yıl karlar, yağmurlar, rüzgarlar ve soğuklardan sonra meyvesini veren bir ağaç, ya da çiçeğini açan bir nebat gibi, mahyacılar da koca bir sene hünerlerini içlerinde sakladıktan sonra yılın bu tek ayında mahsul ve bereketlerini verirlerdi."
(Samiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı, İstanbul 1973, s. 90-91.)