Ramazan, bütünüyle bir arınma mevsimidir. Bedenimizi oruçla, ruhumuzu namaz ve Kur’ân’la, malımızı da zekât ve sadakalarla arındırır. Sadaka, “sıdk” kökünden gelir ve imanımızdaki sadakati ortaya koyar; sadaka vere vere sıddık olunur.
Malumunuz zekâtı sadece zenginler verir. Çok şükür Rabbimize ki vermenin mutluluğunu yaşamayı sadece zenginlere hasretmemiş; zenginler dışında kalanların da nafile sadakalar vererek bu hazzı yaşayabileceğini müjdelemiştir. Vermek öyle büyük bir mutluluk kaynağıdır ki fakirliğin insanı en mutsuz eden tarafı hem her gün ihtiyacı olanların tam içinde olup hem de onlara yardım edememektir, derler. Günümüz mutluluk araştırıcıları da mutlu etmenin mutlu olmaya değil; mutlu olmanın mutlu etmeye bağlı olduğunu söylüyorlar. Yani mutlu olduğun kadar mutlu etmezsin; mutlu ettiğin kadar (burada mutluluk da verilen bir şeydir) mutlu olursun.
Bunun aksini düşünüp servet topladıkça mutlu olacağını düşünen ve bu yüzden yığdıkça yığanları Efendimiz “alçaklar” olarak tanımlamış ve bu alçaklıktan kurtulmanın da ancak sağına soluna, önüne arkasına infak ederek malına hükmetmekle olacağını haber vermiştir. Bunu başaranların da Allah’ın razı olduğu yolda israfsız, sıkıntısız, döküp saçmadan ve kötülüğe yönelmeden infak edenler olduğunu söylemiştir.
Ramazan’ın bizi hayırlara hazır hale getiren, şeytanları bağlayarak hayır engellerini ortadan kaldıran atmosferi verme mutluluğunu yaşamak için birebirdir. Efendimiz’in Ramazan geldiğinde esen rüzgârdan daha cömert olduğu ve eline ne geçerse dağıttığı meşhurdur. Zaten normal şartlarda da cömert olan Efendimiz’in Ramazan gelince bunu daha da artırmasını O’nun Ramazan’da her gün Cebrail (as)’le buluşup Kur’ân’ı müzakere etmesine bağlarlar. Buradan hayır hasenatı artırmanın gönlümüzü Kur’ân’a daha hazır hale getirdiği sonucunu çıkarabilir miyiz? Ya da midemizi bağlayıp kesemizi açtıkça aklın ve ruhun menfezlerinin açıldığı sonucunu?