Medine Yollarında...

17 Ocak 2012

Çöl, anlamlarını bekleyen varoluşu temsil ediyordu. Geçmişten geleceğe uzanmıştı, geceyle gündüzün birbirine katılması gibi, gökle yer arasında bir bağlaç olmuştu. Ve Efendimiz (sav)’in tüm zamanları şu ân’ın sonsuzluğunda kuşatan hakikatini işaret ediyordu. Evet, aramızdaydı o.

Güneşte kavrulmuş taşları geçerken, kurşuni tepeleri, boz renkli kumu geride bırakırken, tüm bunlar elbirliğiyle Kabe’yi korudukları gibi, Efendimiz (sav)’i de müjdeliyordu. Yaratılış hiyerarşisinde herkesin biricik olduğunu düşününce, onun ‘en sevgili’ olması ne büyük bir müjde diye geçiriyordum içimden. Müjde, vakitlerin de fethiydi bir bakıma. Bizimleydi, aramızdaydı o. Diriydi müjde. Canlı sözdü.

Mekke’den yüz kilometre kadar ileride Efendimiz (sav)’in annesi Hazreti Amine’nin mezarı vardır. Ama yeri bilinse de, açıkça ilan edilmeyen bir mezar. İşaretleri izleyerek ona ulaşanlar oluyor. Efendimiz (sav), altı yaşındayken, annesi ve Ümmü Eymen ile birlikte yolculuk ederken, Hazreti Amine burada rahatsızlanıp son nefesini verir. Küçük Muhammed (sav), çölde veda etmek zorunda kalır annesine. Ve yolculuğuna onsuz devam eder.

Bu yarım kalmış vedanın bu solgun kumlara, bu yorgun tepelere, ve varlığın kemaline durarak erişen bu sabırlı taşlara nasıl bir özlem, nasıl bir eksiklik, nasıl bir yitiklik duygusu yansıttığını düşünmemiştim o ana dek.

Aynı zamanda umut da bırakmıştı bu veda geriye. Yeniden dirilişe dek, çölün bağrında vakti bekleyecekti bu anne. Yapıldığı toprağa kavuşmuştu. Oğlu onu güvenli bir bağıra emanet etmişti. Çöl, Efendimiz (sav)’in gözyaşlarıyla ıslanıyor, susuzluk çekmiyordu pek.

“Elfu elfi salatin ve elfu elfi selamin aleyke ya Resulallah...” Kilometreler katettikçe, zorlanmaya başlamıştım. Nedenini anlayamıyordum.


Hepimizin Efendimiz (sav)’e olan muhabbeti, onu tahayyül edişimiz başka başkadır. Hakikat, bir kalpte iki farklı şekilde tecelli edemediği gibi, farklı kalplerde de aynı biçimde tecelli etmez.

Sonsuzluğun gündüzü, uzayıp gidiyordu çölde. Dilim yorgun düşmüş, zihnim bulanıklaşmıştı. Belki de muhacirin çilesini duyumsuyordum. Onların Mekke’den Medine’ye olan yolu, benim de yolumdu, hicret aynı zamanda içlerimize doğruydu. Nefsimizden Rabbimize giden yoldu o. Bir isimden bir başka isme, bir kalpten başka kalbe, bir halden başka hale hicretlerimizdi.

Allah yolunda meşakkat çekmenin ne çok hikmeti vardı daha. Kimbilir belki taşın, ağacın tesbihini yapıyordum. Onların zikrine dâhil olmuştum ya da... Etrafımdakilere kaydı gözüm. Yüzlerde coşkulu bir beklenti ve aynı anda kederli bir sevinç vardı. Kendimi yokladım. Şöyle geldi bana:

Bir yandan Efendimiz’in huzuruna yaklaşıyorduk adım adım. Bunun getirdiği heyecan ve coşku vardı. Bir yandan da onun huzurunda gerektiği gibi olamama endişesinden kaynaklanan bir burukluk. Ya Allah’ın bizden beklediği gibi olamazsak... Belki başka şeyleri de yansıtıyordu bu hem buruk hem coşkulu yüz ifadeleri. İnsanlar arasında, özellikle Hac mevsiminde Kabe’deki veya Arefe günü Arafat’daki gibi milyonlarca insan arasındayızdır orada da. Bunun getirdiği çok tekil, çok biricik bir yalnızlık vardır. Yüzümüze gölgesini düşüren burukluk! Hepimizin Efendimiz (sav)’e olan muhabbeti, onu tahayyül edişimiz başka başkadır. Hakikat, bir kalpte iki farklı şekilde tecelli edemediği gibi, farklı kalplerde de aynı biçimde tecelli etmez. İşte Rabbimiz’le kalbimiz arasındaki ilişkinin beş milyonluk bir cemaatte de olsak özel olduğunun idrakına varıyorduk o an hep birlikte. Yan yana aynı yolu yapıyorduk ama kendimize ait kanatlarla.

Derken bütün heybetiyle çölü bekleyen develerle karşılaştık. İndik, kumun içinde bata çıka yanlarına gittik. Yavru deve, annesinden süt içtikten sonra bize bütün gösterilerini sergiledi. Biz de, annesinden sütü, daha ılık ılıkken, varoluşun en yalın halindeyken içiverdik. Medine yolunda beyaz deve sütü!

Hac’da bir akşam vakti girişinde Merve’de aceleyle seccademi sermiş niyet ederken, yanıma bir Afrikalı Hacı sığmayı başarmıştı. Ayağındaki kirli lastik ayakkabıları –evet Sa’y’ı bunlarla yapıyordu- çıkarıp seccademe fırlattığında gözlerimi ondan yana çevirmemek için gayret sarf etmiştim.

Sütü içtikten hemen sonra Efendimiz (sav)’in Medine’ye ulaştığında halk tarafından nasıl karşılandığını görür gibi oldum. Onu bağırlarına basarak, selamlayarak, gözyaşları içinde karşılamışlardı. Mekke’nin celali onu Medine’nin cemaline emanet etmişti.

Velilere inen ilhamlar, Ashab-ı Kiram’a yapılan ikramlar gibi Hac ve Umre’de bizlere de ilhamlar iner durmadan. Kesintisiz ikramlara mazhar oluruz. Hac’da bir akşam vakti girişinde Merve’de aceleyle seccademi sermiş niyet ederken, yanıma bir Afrikalı hacı sığmayı başarmıştı. Ayağındaki kirli lastik ayakkabıları –evet Sa’y’ı bunlarla yapıyordu- çıkarıp seccademe fırlattığında gözlerimi ondan yana çevirmemek için gayret sarf etmiştim. Şöyle bir hisse kapılmıştım o vakit:

Harem’de bizler hepimiz, en salih amelin içindeydik. Kimimiz yanlış şeyler yapıyorduk, belki bilgisizlikten, belki aceleden vesaire. Ama sanki beş milyon niyetli, her niyetin en salih ameliyle muamele görüyordu! İşte çölde içtiğimiz deve sütü de, amellerimi beyaz bir bulut gibi kuşatmıştı. En salih amelde bütün ümmet bir olmuştu. Hep böyle kalmak istedim o an. Kendi ilahi sırrımın içinde. Çünkü anlamıştım, bu mübarek yerlerde bu süt nehrine dahil olan her şey, bizi Efendimiz (sav)’in yoluna akıtıyordu.

Otobüsümüzde selam ve salâvatlar, dilden kalbe doğru inerken usul usul, Medine’nin ağaçları görünmeye başladı. Her yandan aynı anda yaklaşıyorduk Huzur-u Saadet’e. Her kalpten yankılanan tesbihler, asli mecrasına çekilmek üzere Mescid-i Nebevi’ye doğru yöneliyordu. Yüreğimde ani bir çiçeklenme. Onun nurundan bir gül koklamaya hazırdım.