Meğer Yazısı

28 Temmuz 2014

Geceyi gündüze indirdik. Gündüzü geceye taşıdık. Zamanı şaşırdık. Kahvaltı gecenin bir yarısına çekildi. Çay da zamanı aştı çömlek de. Geceler istirahat değil tam bir ayaklanmaydı. Bir iş günü geçirenlerin haricinde gündüzler; istirahatın boylu boyuna uzandığı, hayattan, o bilindik ısrarlı telaştan el ayak çekilen bir zamana dönüştü. Ay aydınlıktayken üstelik. Çarşı pazar biraz bizden dinlendi. Ayaklarımızdan kara sular çekildi.

İstirahat düşünmek anlamına gelirmiş meğer. İnsan biraz dinince ayaklanırmış içinde başka türlü bir hayat. Yaşayan değil belki ama yaşatan bir şey. Düşünce, güçten güçlenen bir şey. Misafir etmediğinde zihninde, gücenen bir şey. Kimseden değil yaşadıklarından aldığın öğüt. İyice anladığın. Bilip erdiğin.

Meğer bizi canlı kılan yeme-içme miymiş? Gücümüz de yer içermiş de öyle mi ayaklanırmış? Ne oldu? Yemeden içmeden kesilince hayattan da kesiliverdik. Bedensel ihtiyaçlar en aza indirgendi. İhtiyaçlar listesinde ilginç bir düşüş oldu. “Kahvaltıda buluşalım, kahve mi çay mı olsun, çay demleyelim, kahve de yaparız, yanına ne koyalım, öğlene ne pişirelim, gel sana yemek ısmarlayayım, susadım, acıktım” gibi ifadeler çekildi.

Bu cümlelerin bir süreliğine tedavülden kalkmasıyla hayat yavaşladı.

Demek ki o ölümüne koşturmacayı “şu aşağılık atın” arpası-buğdayı için mi yapıyormuşuz. E bitmez bunun ihtiyaçları. Bitmiyordu da. Önce “ihtiyacım var” diye mızmızlanırken özverimizi bencil lüksleri için kullanıyordu. Bir yarımız hep yetim. Düşünme besiniyle doyabilen, düşünülmüşleri içerek mutlu olan yanımız yoksul. Bir oraya bir buraya dört nala koşarken gün akşam oluyor ve yere seriliyorduk. Ertesi sabah sürüyorduk yine onu.

Mecalimiz bu kadarken de yaşam devam ediyormuş meğer.

Onca yemiş içmiş ve enerli doluyken, güçlüyken gücümüzü nereye harcıyorduk? Gücümüzün kaynağına ne kadar borçlandık. Har vurup harman savurduğumuzda hasadımızdan ne düştü meydana? Soruları varmış hayatın meğer.

Ekmeği, suyu yeniden önemsedik. “Olmasalar ölürüz” diyecek kadar acıktık, susadık. Ölmediğimizi gördük.

“Bunu da bulamayanlar ve bütün yılı, ömrü yok yoksul, aç bî-ilaç yaşayanlar ne haldeler?” diyebildik.

“Açlık güzel değil nihayetinde…” dediğimizde açlığın, o kimi coğrafyalarda tutulan zoraki oruçların bize düşen günahının büyüklüğünü gördük dünya gözüyle. Mahallemizde kalmamıştı “şükür” aç ve yoksul. Mahallelerimizi mesafeler mimarisiyle ayırdığımızdan. Görüntü kirlenmiyordu eskisi gibi. Durduk yerde moralimiz bozulmuyordu. Yapacak çok büyük işlerimiz vardı. Uğraşamazdık.

Tıka basa doymak, başkalarının ekmeğini de yemek, suyunu da başına dikmek, aç bir insanın olası tokluğunu kendine kusmakmış meğer.


Mide oruçken diğer oruçları da beslermiş meğer. Yemez içmezken daha az, olması gerektiği kadar, yeteri kadar yaşanırmış. Ölümüne yaşanmazmış. Yaşamak öne çıkarmış. Yaşamcılık değil.

Tek açlık mide açlığı da değilmiş. İnsanın midesinden öte başka bir açlığı, doymamış soyut kapları varmış.
Daha çok yeme, içme, giyme, uyku, dinlence, eğlence, haz için üstümüze yüklediğimiz daha çok üretme ve tüketme hırsı ne haksız bir yükmüş.

Mide oruçken diğer oruçları da beslermiş meğer. Yemez içmezken daha az, olması gerektiği kadar, yeteri kadar yaşanırmış. Ölümüne yaşanmazmış. Yaşamak öne çıkarmış. Yaşamcılık değil.

Giyim orucu da yeteri kadar kıyafettir belki. İnsan gibi giyinmek. Temizliği yakıştırmak. Kemeri beline, onuru alnına... Modanın, markanın, pahanın, gösterişin, tüketimin bitişidir öz giyim. İnsanca insanlığa bürünmek. Giyimcilik değil. Ev gardıroplar dolusu, çekmeceler dolusu, giyinmeme, beğenememe, mızmızlık, marka, gösteriş, israf, tüketimle doluymuş meğer.

Uykuyu da yeteri kadar uyumak gerekmiş. Yetiyormuş birazcık ölmek, dirilmek için. Biraz yükünü indirip dinlenmek. Yarınki sorumluluklar için özverini geri almakmış. Daha iyi koşmak için azıcık uzanmakmış.

Gece de güzelmiş gündüz kadar. Dinginlik ve yavaşlama, sakin olma, abartmama, durma, düşünme, düşünerek davranmaymış meğer güzel olan.

Eğlencenin de orucu var. Hayat bir oyun ve oyalamaca da olsa bu oyundan da sorulacak ruhlar. Seni eğlendiren bu geçici eğlence mekânındaki insanlığı ağlatmamalıymış en azından. Aynı şeylere gülmese de birinin kahkahası diğerine dert olmamalıymış.

Hazlar da aynı. Yeteri kadar, ölçüsünce, anlamlıca yaşanasıymış.

İhtiyaçların asgari düzeyi varmış meğer. Azamisi yetinmemeyi sürüklüyormuş peşi sıra.

Asıl doymak, yetinmekmiş meğer.

Ve ruhumuz da bekler dururmuş bizi bir yetim ağırlığıyla. Görmemişiz çok zaman. Duymamışız hıçkırıklarını. Ve onu gökten kesmişiz erkenden.

MEĞER...