Kanımca cemaatlerden örülen bir yapı olarak ümmet ideali, topluluğun samimiyetiyle toplumun hesabını kitabını sürekli harmanlıyor bünyesinde. “Ben” öyle kolayca “biz” varlığı içinde tükenmiyor, “biz” “ben”in kendimerkezciliğinin sınırlarına hapsolmaya direniyor. Topluluğun duygusallığı ve samimiyetiyle toplumun çıkar ilişkilerini güçlendirmeye dayalı mantık yapısı arasındaki eleştirel akış, bir taraflı birikmeden ileri gelen kireçlenmenin hatta kirlenmenin önünü alıyor.
“Ümmetimden tek bir dost edinseydim, Ebubekir olurdu bu, fakat İslam kardeşliği daha üstündür” diyordu ya Rasûlullah… Medine’de Ensar işte bu nedenle muhacirine evlerinin kapısını açmakta yarışıyor ve açılan kapıların çokluğunda bazen kur’a ile belirleniyordu muhacirinin barınacağı hane. Evler ocaklar paylaşılıyor, ortak sofralar kuruluyordu. Peygamberimiz bir denkleşmeyi sağlayacak şekilde ensarla muhacirin arasında kardeşlik eşlemeleri yapmıştı. Enes b. Malik’in evinde 90 veya 100 kişi arasında gerçekleştirilen kardeşlik akti, “muahat” olarak bilinir.
Ensardan kimileri, mesela Sa’a b. Rabih bu taze bağı o denli ciddiye aldı ki, sadece mallarını bölmekle kalmadı din kardeşleri için, iki eşi varsa birini boşamak istedi, bekâr muhacir evlensin diye. Bu teklifi dönemin evlenme ve boşanmaları olağanlaştıran toplumsal koşulları zaviyesinden okumak gerekir. Mekke’deki toplumsal düzen çatışmalarla, hicretle sarsılırken aileler de dağılıyor, dul kadın sayısı azalmıyor, artıyordu.
Rasûlullah Hz. Ali ile kardeş olmuştu, Ebubekir, Hârise b. Zübeyr ile, Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahabiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muahat ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu (1)
Bedir savaşına kadar kardeşlik akitleri, varis olma hususunda akrabalık haklarından önde geliyordu. Nisa Suresinin 33. ayetiyle bu uygulama kaldırıldı. Aradan geçen sürenin muhacirlerin Medine’ye yerleşmesini mümkün kıldığı söylenebilir.
II
Medine’de Müslümanlar kendilerine sunulan kardeşlik bağlarını şükran ve vefa duygularıyla karşılamakla kalmadılar, canla başla çalıştılar bir dayanışmaya sağlam bir şekilde katılmalarını sağlayacak yerleşmeyi gerçekleştirmek için. Ebubekir’in kızı Esma ve kocası Zübeyr kendilerine tahsis edilen toprakta bir at ve bir deveyle yeni bir hayat kurmak üzere işe giriştiler. Esma hayvanlarının yemini veriyor, su çekiyor, süt ve yoğurt tulumlarının yırtıklarını dikiyor, yetiştirdikleri sebzeleri başının üstünde sepetlerle pazara taşıyordu. Hamur yoğuruyor, ancak ekmek pişirmeyi bilmediği için başkalarını yardıma çağırıyordu. (2)
Bir şeyler dağıldı, yeniden pay edilmek üzere. Cebinde bir dinarı bile olmayan sefil görünüşlü yolcu korkutmadı, çocuk sayısı endişeye düşürtmedi. Gözü yaşlı bir çocuğun başını okşadı, evin kapısından uzanan zarif el ve onu içeriye çağırdı. Ortada kalan kadın bir istismara kurban gitmeyeceğini biliyordu. Fazlası olan eksiği olandan yüz çevirmedi, eksiği olan bu yüzden kendini zaaf sahibi bilmedi. Esasında eksik olan hep söylenen değildi, kardeşlikti, Ensar ve Muhacirin bunu birbirinden öğrendi.
Cemaat kişiliği öldürmeden besleyen ilişkiler ağı olarak tanımlanabilir, en yapıcı anlamıyla. Ne kan bağı temelinde olmayan bir kardeşlik, ne de ümmet bir ütopya; “Muahat“ günleri bize bunu öğretiyor. “Hakkaniyet temellerinde oturmuş kardeşlik madde temeline dayalı toplumlarda yeşermez” diyor Muhammed Gazali. (3) Böyle yerlerde ne kardeşlik gelişir ne de sevgi. Benzeri bir tespiti Dostoyevski Paris gezisi notlarında Avrupa kimliği etrafında açıyor. Yazarın batılıların özgürlük ve yasalar önünde eşitlik anlayışından sonra kardeşlik anlayışı üzerine yaptığı irdelemelerinden ilginç bulduğum cümlelerden bazıları şöyle:
“Kardeşlik. Bu çok önemlidir işte, doğrusunu söylemek gerekirse Batıda karşılaşılan en büyük engel de budur. Batılı, kardeşlikten insanlığı ileri götüren en yüce, en büyük güç diye söz eder; ama gerçekte kardeşlik diye bir şey yoksa, onu hiç bir yerde bulamayacağını anlayamıyor. Ne yapmalı? Ne pahasına olursa olsun kardeşliği kurmalı önce. Ama bakıyorsunuz, kardeşlik kurulacak bir şey değil; çünkü kendiliğinden doğar o, doğanın kendinde bulunur. Oysa Fransız’ların, daha doğrusu genel olarak batılıların yaradılışında kardeşlik duygusu görülmemiştir; kişisel bir başlangıç, bir kendini koruyuş vardır onda; bir yükselme isteği, herkesten başka olma tutkusu, kendine her şeyden, herkesten çok değer verme vardır bu yaradılışta. Kendine böylesine değer veren insanda kardeşlik duygusunun bulunmaması doğaldır elbette. Neden mi? Çünkü kardeşlikte, gerçek kardeşlikte ayrı kişilik yoktur. Ben yoktur; kişi, kendisiyle eşdeğerde olan öteki insanlarla kişisel hakkı için cenkleşmelidir; bu öteki insanlar da kendiliklerinden, bu hak isteyen kişiliğe, bu ‘Ben’e gelmeli, o daha istemeden onu kendileriyle eşdeğerli, eşit haklı saymalıdırlar.” (4)
III
İnsanlık önce kardeşliği tanıdı, sonra ayrılığı. Habil ve Kabil’in kıssası, benliklerde ve toplumlarda ayaklanmaya hazır rekabetçi duyguların kardeşliği azaltan hatta düşmanlığa dönüştürten körlüğünü anlatmaya devam ediyor. Peygamberler bir bakıma dağılan kardeşlik ülküsüne geri dönmeye yönelik bir hatırlatma ve yol haritası sunuyorlar mesajlarıyla. Ümmet ille de kan bağına dayalı olmayan kardeşliğin tesisinin organizasyonundan başka nedir ki…
Yitirildiğinde bıraktığı boşluğun doldurulması imkânsız bağlardan biri, kardeşlik. Karşısındakine tutkulu bir aşkla bağlanırken yücelten nice aşıkın duygularının bir zaman sonra kişiyi bayağılaştıran bir nefrete dönüşmesine az rastlanmaz. Sevdiğimize nasıl olup da bağlandığımıza karar veremeyebiliriz çoğu zaman, ama söz konusu olan kardeşlikse, bu nedenler açık seçik görünür. Ne hesap vardır ne kitap, ne ihanet vardır ne yalan; ya da şöyle, bütün bunlar, kardeşlik ilişkisinin seviyesinde başka türlü tezahür eder, yorumlanır, başka türlü tartılırlar.
“Tüm Yesrib halkı, bir ümmettir. Savaşı bizim savaşımız; barışı da bizim barışımızdır" demedi mi Peygamberimiz (sav) Medine’ye girdiğinde… Bunu söylediği tarihte ,Yesrib'de Yahudiler ve Hıristiyanlar da vardı. Peygamberimiz stratejik dehası ile farklı grupları bir arada tutan bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeyi başardı.
Hz. İsa’nin havarileri vardı, Hz. Muhammed (sav)’in ashabı. Hicretin ardından kavmiyetçi esaslar üzerinde dayanışma ve ittifaklar oluşturmaya alışmış olan Medine, soy, renk ve vatan farklarını öne çıkartmayan yeni bir toplum ruhuyla yenilendi. Ne bir zorlama vardı ne de dayatma. Kendini öne çıkarmaktan, varlığını saklama ve koruma kaygısından uzak bir paylaşma isteğiyle kapılarını Mekke yolcularına açtı Medine Müslümanları.