Râviler, hadis ilminin en önemli halkalarından birini oluşturuyor. Buna karşın, hayatlarını bu ilme adamış olanların hikâyelerine yeterince aşina olduğumuz söylenemez. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. M. Enes Topgül, bu eksikliği gidermek amacıyla önemli çalışmalar yürüten bir isim. Kendisinin roman formunda kaleme aldığı Râvi, oldukça dikkat çekti ve tartışıldı. Biz de kendisiyle hem kitabının yazım sürecini hem de bir râvinin ilim yolculuğunun safhalarını konuştuk.
Râvi, alışık olduğumuz klasik hadis tarihi metinlerinden farklı bir kitap; kurgu bir metin, bir roman. Bu kitap nasıl ortaya çıktı, neden 2./8. asır hadis tarihini bu şekilde anlatma ihtiyacı istediniz?
Hadis tarihini anlatırken karşılaştığımız tarihsel boşluklar öğrencilerin incelediğimiz olguları anlamasını engelliyor. Mevcut dünyada yaşayan ben ile çalıştığım dönem arasında 1200 yıllık bir boşluk var ve biz aradaki bu boşluğu kapatabildiğimiz oranda okuyucuyu anlattığımız olguya yaklaştırabiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında hadis tarihi derslerinde kullanılan “hadisler yazıldı”, “rihle yapıldı”, “hocanın dizinin dibine oturdu” gibi ifadeleri bir ölçüde anlıyorsak da bunların nasıllığı ve empati kurmaya imkân verecek bir şekilde muhataplara sunulup sunulamayacağı meseleleri üzerinde düşünmeye mecburuz. Lisans talebesine veya genel okuyucu kitlesine pekâlâ şunu söyleyebiliyoruz: Bir ders hazırlığı yapılır, hocanın dizinin dibine gidilir, metin okunur dinlenir. Bu tasviri yapmak işin kolay tarafı. Ama öğrenci bunu şöyle algılıyor: Bana anlatılanı ezberlerim, kâğıda boca eder ve puanımı alırım, dersi geçerim. Öğrenci kendi açısından haklı görünüyorsa da bu tavır, Müslüman olan ben ile dinî bir metin olan hadis arasındaki zorunlu ontolojik ilişkiden dolayı hoş değil. Çünkü Kur’an-ı Kerim, hadis gibi dinî metinler Müslüman olarak yaşantımızı inşa eden metinlerdir. Bu metinlerle aramızda aynilikler, yakınlıklar, ünsiyetler kuramazsak Müslümanca yaşayamayız. Bu aynilikler nasıl kurulabilir? Didaktik anlatım, yani ders kitabı anlatımı bir tercihtir. Dersiniz ki bu böyle, şu şöyledir. Bu bir ölçüde anlaşılır bir tarzdır ve genel bir okur böyle bir sunumu anlar. Ama bunu daha makul, anlaşılır, deyim yerinde ise albenili bir tarzda sunmak gereklidir ve bu tercih günümüzde okuma alışkanlığı zayıf olan, aslında okuma eylemini neredeyse izlemeye feda eden öğrenci kitlesinin erken dönem ilim talipleri ile empati kurmalarını sağlayabilir. Çünkü ilim talibi olmak hasebiyle sen de ilim talibisin, o da ilim talibiydi. Senin x yerden İstanbul’a geldiğin gibi o da y yerden Basra’ya, Kûfe’ye gitti. Ayniliklerimiz var.
Öte yandan her ikiniz de ilim tahsili peşinde olsanız da şöyle bir farkınız var: Sen ilim tahsili ile mesleki yeterliliği ispat eden diplomayı alıp bir pozisyonu kovalıyorsun, muhaddisinki ise çok daha hasbi bir şey. Yani onlarda Sevgili Peygamberimizin sünnetine, o bilginin aktarımına hizmet etmeliyim duygusu var. Bundan dolayıdır ki niyetle ilgili bahisler edep kitaplarında merkezî bir yer işgal eder. Soru şu: Bu ilme niye talipsin, niyetin ne? Günümüz ilim taliplerinin geçmiş muhaddisler ile empati kurmasını sağlayacak, hadisçilik faaliyetinin mutfağını gösterecek bir anlatı ihtiyacını derslerde hep hissediyordum ve bundan dolayı da kitabın sonuna kaydettiğim soruyu yıllardır sınavlarda soruyorum. O soruyu sorarken de derdim şuydu, acaba çocuklar anlatılan dönemi hayal edebiliyor mu, acaba zihnen bilgiler arasındaki boşlukları doldurabiliyorlar mı? Üç beş sene denedim, baktım olacak gibi değil, öğrencinin yazacağı yok, dedim ben yazayım o zaman. Hepimizin eve kapandığı sessiz sakin pandemi günlerinde bir koltuğun kenarına iliştim. Çeşitli denemeler, edebiyatçı arkadaşlara kurgu tercihlerini danışmaların ardından metne başladım. Mesela kitabın başlarından bazı kısımları üç dört farklı üslupla yazıp gönderdim birilerine. Edebî zevkine güvendiğim kişilerin tavsiyelerini aldım. Sonrasında bismillah deyip pandemi döneminde üç-dört ay gibi bir sürede kitabı ana hatlarıyla yazdım. Ama sonrasında tabii metnin örgüsü, konu bağlantıları, anlatı akışlarının kontrolü, çerçeve anlatı ihtiyacı gibi hususlarla da bir süre uğraştım. Tabii ki okur şu an metni bir bütün olarak okuyor. Ancak metin bir ana gövdesi sahipse de çerçeve anlatılar metne peyderpey sokuluyor. Mesela ders anlatan bir hoca var, sahneye giriyor veya onu bir yazma eserle ilintilendiriyorsunuz. O yazma eser Hülagu’nun Bağdat işgalinde de gündeme geliyor, bir Osmanlı mücellithanesinde de. Bu ara anlatılar açıkçası metnin didaktikliğini biraz aşmayı amaçlıyor. Son bir hamle olarak bir ressam dostumdan, Faruk Erçetin’den kitabı resimlendirmesini rica ettim, sağ olsun beni kırmadı ve çok güzel resimler hazırladı. Asılları renkliyse de yayınevi siyah beyaz versiyonlarını kullanmayı tercih etti. Bunları yaptıktan sonraki altı yedi ayda kitap farklı kimselerce okundu. Akabinde de piyasaya çıktı.
O zaman aslında siz en temelde bu metni üniversite öğrencileri için kaleme aldınız. Kitabın ilk sayfası da zaten işaret ettiğiniz üzere bir üniversite hocasının vereceği hadis dersi için hazırlık aşamasında yaşadığı sıkıntıya değinmekle başlıyor…
O hoca benim işte, o ıstıraplı durum tam olarak benim durumum. Hedef kitle öğrenciler ve hadise profesyonel düzeyde olmasa da ilgi duyan serbest okuyuculardı. Bu hedef kitle tercihi dil tercihinin daha sade tutulması sonucunu doğurdu. Yani teknik dilden mümkün mertebe kaçındım. Öte yandan kitabın düzgün bir yardımcı metin olması ve alternatif tarih sunumu arayışlarına katkı vermesi de hedeflendi. Ne var ki bir süre sonra metindeki dil tercihi, yani basit anlatım, rahat okunabilir üslup ve kurgu gibi özellikleri metni farklı bir noktaya taşıdı.
Kitap boyunca karakterin seyahat ettiği pek çok şehir, içinde bulunduğu mekân, iletişim kurduğu isim var. Bu şehir, mekân ve kişilerin ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek?
Orada geçen isimlerin, şehir ve mekân sunumlarının, şahıslara dair fiziksel tasvirlerin, bulundukları yılların hepsi gerçek. Şöyle diyelim: Bizim ilim talibi hicri 182 senesinde Basra’da falancayla görüşüyorsa ben o hocanın ilgili tarihte Basra’da olduğunu biliyorum. Yoksa görüşemezler. Bu anlamda oradaki her şey reel. Mesela muhaddislerin karakter özelliklerine dair tasvirler var, sertti, yumuşaktı tarzında. Onlar kaynakların bize sunduğu bilgiler. Yolculuktaki mesafelerin tamamı keza gerçek. Râvi’yi yazarken ben hangi şehir, diğer şehre kaç gün, kaç fersah mesafede olduğunu gösteren bir çizelge hazırladım kendim için. Sonrasında tabii başka bir iş çıkıyor karşımıza. Bir günde ne kadar yol alınır? O zaman tabii kervanları incelemek zorunda kalıyorsunuz. Düzgün bir hesap yapabilmek için oturup bir süre kervan çalıştım. Bir kervan günde ne kadar yol alır, günümüzde bunu takip edebilir miyiz vs. Bazı hususlarda tarih yavaş akar. Mesela kervan hâlâ bazı bölgelerde yavaş akan tarihin bir göstergesidir. Yani hâlâ kervanlar var ve deve hâlâ aynı hızla yol alıyor. Bu sefer yavaş ve hızlı yol alan kervanların günlük yol alma ortalamalarını çıkarttım. Böylece bir günde ne kadar yol alınır onu belirleyebildim. Önce şehirlerin, köylerin hepsini tek tek buldum haritada, aralarındaki mesafeleri çıkarttım. Akabinde mesafelerin kaç günde alınacağı ortaya çıktı. Bunları da Google Maps’teki yürüyüş yolu seçeneği ile çıkarttım. Yani kitaptaki güzergâhlar ve mesafeler gerçek. Kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazan Ankara İlahiyat’tan bir hocamız “Yazar, istese bu kitabın tamamını dipnotlu olarak yeniden yazabilir” demiş. Doğru, yazabilirim, çünkü hepsi bende fişlenmiş hâlde mevcut.
Bu kadar farklı öğeyi bir arada verebilmek coğrafya, tarih, hatta iktisat gibi kaynaklara hâkim olmayı ya da onlarla bir şekilde irtibat hâlinde olmayı gerektiriyor değil mi?
Benim coğrafyaya merakım daha eskilere gidiyor. Doktora tezinde denediğim bazı şeyleri 2017’de bir makaleye çevirmiştim. Kaynaklarımızda “nisbe” denilen ve kişinin ait olduğu yerleri gösteren sıfatlar var. Basra için “el-Basrî”, Kûfe için “el-Kûfî” gibi. Ben bu bilgi türünden hareketle ilim merkezlerinin dönemsel değişimlerini tespit etmeyi denemiştim daha önce. Yani İbn Havkal’in Sûretü’l-arz’ı, Makdisî/Mukaddesî’nin Ahsenü’t-tekâsîm’i gibi metinleri kullanmıştım. Ama bu kaynaklardaki dağınık malzemeyi edebî bir metnin konusu hâline getirmek zor iş. Mesela derste bunu harcıâlem konuşursunuz ama yazının konusu yaptığınızda konuyu tekrar çalışmak gerekiyor. O kaynakların ilgili yerlerini mümkün mertebe yeniden okudum. Anahtar kelimelerle vesaire taradım, bazı yerleri belirleyip rotalarını çıkarttım, tamamını önce harita üzerinde kendim çizdim, sonra da Google Maps’e oturttum. Böylece güzergâhlar büyük oranda şekillendi.
En zorlandığınız kısım neresi oldu?
Beni zorlayan, kadim şehirlerin fiziki durumları oldu. Oralara dair elimiz biraz daha zayıf. Mesela iç şehir dış şehir, iç kale dış kale, şehrin düzeni, kapıları vb. hususlar hakkında kaynaklar bilgi verir. Ama nehirler tarih boyunca birçok kez yatak değiştiriyor. Şehirler farklı sebeplerle birden kere fazla kere yer değiştiriyor, taşınıyor. Şimdi bunların hangisini esas alacaksınız? Bu sefer tutup arkeolojik kazılara falan bakıyorsunuz. Diyorsunuz ki çalıştığım tarihte bu yapı neredeydi, burada mıydı şurada mıydı? Orada mesela hayıflandığım bir iki husus oldu. İlki, keşke Rusça bilseydim dedim. Çünkü Türki coğrafyaya dair ciddi bir Rusça birikim var. Sovyet idaresi muhtemelen kültürel çözümlemeleri sağlamak adına birçok çalışma yapmış. Ben yine de çeviri platformlarını kullanarak bir ölçüde o kaynakları taradım. İkinci olarak da Türki coğrafyayı gezmemiş olmanın eksikliğini hissettim. Belki metne daha fazla şahsi gözlem yansıyabilirdi. Çünkü belgeselle, videoyla bir yere kadar görebiliyorsunuz bazı şeyleri. Öte yandan kaynak grubunuz değiştiği zaman açıkçası gardınız düşüyor. Veri toplama aşamasında ben kendi kaynak grubumda rahatım. Zira erken İslam dönemine dair yüzlerce, binlerce ciltlik biyografi kaynağımız, tabakâtlarımız, ricâl kaynaklarımız var. Onlar ilm-i hadis çalışırken bizim işimizi görüyor, oralarda rahatız ama o kaynak grubunun dışına çıkınca insan biraz yalpalıyor. Diğer sahanın temel metinlerini belirlemek, tanımak, diline aşinalık kazanmak biraz vakit alıyor. Ama yine de alışıyorsunuz.
Belki o noktada kurgunun şemsiyesi altına da sığınabilirdiniz…
Muhtemelen benim derlediğim bilginin onda birini gören bir edebiyatçı çok daha rahat hareket eder, sere serpe bir metin yazabilirdi. Ama alıştığımız yazım tarzı akademik yazım, yani hep hesaplı yazmaya alışmışız. Dipnotlu, deliliyle, karinesiyle falan bütün kafa bu tutarlılıkla işliyor. Bundan dolayı Râvi de yapısal açıdan çok düzenli. Bu, zihnin akademik çalışmasının tabii bir sonucu. Biraz kırılsaydı belki daha iyi olabilirdi. Öte yandan okuyucu neyi ne kadar tefrik/takdir ediyor bilemiyorum ama mesela kitaptaki ilim talibi Basra’da balık ekmeği ne kadara yiyorsa balık ekmek orada o kadardır. Giyim kuşam, sarık cübbe veya bina rengiyle alakalı bir şey varsa o mutlaka klasik kaynakta da vardır. Başta oturup akademik yayın yapar gibi bilgileri fişliyorsunuz, kontrol ediyorsunuz, kompoze ediyorsunuz. Problematik alanları görüyorsunuz. Ancak üslup ve kurgu tercihiyle de kitabı akademik metin olmaktan biraz çıkarıyorsunuz. Râvinin kitapta görüştüğü tüm isimler, onun görüştüğü tarihte o şehirdeler. Çünkü tahmin edileceği üzere râvinin gideceği kişi onun rihle rotasını ifade ediyor. Yani rotayı hocalar belirliyor. Mesela gittiği tarihte oralı olduğunu bildiğim, orada olacağını düşündüğüm bir hoca var. Fakat kaynaklara bakıyorum, hoca o sene hacca gitmiş... Haydi! Râviyi onunla görüştüremiyorum. Hâlbuki kritik bir isim. Bu sefer ikisini denk düşürmek lazım. Veya en temel hocalarla görüşeyim diye bir şehre gidiyor fakat görüşemiyor çünkü hoca, o tarihte Bağdat’a göçmüş. Hemen orada diyor ki râvi “Hocanın geçen sene Bağdat’a göçtüğü haberini aldım.” Böyle şeyler.
2./8. asırda muhaddis ya da râvi dediğimiz kişinin genel bir portresini çizebilir miyiz? Kimdir bu insanlar?
Elimizde râvi/muhaddis profillerini gösteren bir çalışma yok. Ama erken İslam toplumunda mesela 1./7. ve 2./8. asırlarda rivayet pratiğine farklı seviyelerde katılan yaklaşık 8.000 kişi var. Bunu bir TÜBİTAK projesinin çıktısı olarak söylüyorum, yani rakam reel. Bu 8.000 kadar ismin tamamı râvi midir? Evet, hadis alıp aktarmak hasebiyle bunlar râvidir. Ama bunları bir hiyerarşiye kavuşturmamız, râvi profilleri çıkarmamız lazım. Yani birinci sınıf muhaddisler, ikinci sınıf muhaddisler, rivayet süreçlerine katılımı az olanlar vs. Bu açıdan bakıldığında 2./8. asırda mesaisinin büyük kısmını profesyonel düzeyde hadis ilmine veren insanların sayısı çok az. İki hiyerarşiyle söyleyecek olursak tüm bu râviler içerisinde üst düzey ilmî konumu ifade etmek üzere “hafız” diyebileceğimiz 25-30, biraz da alt seviyeyi ifade etmek üzere de “muhaddis” diyebileceğimiz 80 kadar kişi vardır. Dolayısıyla hadis ilminin rivayet yükünü büyük oranda bu 90-100 kişinin çektiği söylenebilir, ilim ve rivayet ağı onların etrafında dolaşır. Onun ardından 350-400 kişilik bir grup daha gelir. Bunlar farklı meşgaleleri de olan, tüm mesailerini hadis ilmine veremeyen ancak yine rivayet eylemini belli bir düzende yürüten kişiler. Bu grubun altında da sayıları belki 3700’ü bulan az rivayetli kişiler vardır. İlgili kişiler hadis nakil pratiğine çok fazla katkı vermeyen, rivayet sayıları kendi şehirlerindeki rivayet ortalamasının altında olan râviler. Son grup ise meçhullerdir. Sayıları 3500 civarında olan bu isimler hasbelkader dedesinden, babasından duyduğu, bir vaazda işittiği bir rivayeti aktaran, yani düzenli olmayan bir süreçte edindiği çok az sayıdaki rivayeti profesyonel olmayan bir süreçte aktaran kimselerdir. Buradaki gruplamayı devam eden bir çalışmaya havale edip geçelim. Özetle Râvi’deki ilim talibi, yaptığı eylem tarzı itibarıyla profesyonel düzeyde hadisle uğraşanlardan biridir. Yani o 8000 kişi içerisindeki belki ilk 100’e girebilecek biridir. Dolayısıyla o, muhaddis/ravi tipini tam olarak temsil etmez ama profesyonel düzeyde ilm-i hadis ile uğraşan insanların düzgün bir prototipidir.
Kitaptaki râvi hem ilm-i hadisle hem de ticaretle meşgul. Yaygın bir profil mi bu?
Yaygın bir profil. Muhaddisler maddi bağımsızlığı önemser. Yani genelde siyasi erkten para almazlar, resmî görev kabul etmezler. Hatta aralarında resmî görev alana selam vermeyenler, dostluğunu kesenler dahi var. Resmî görev alanlar içerisinde bir grup ise “Yıkılası hanede evladüiyal var. Geçinmemiz, yaşamamız lazım.” diyerek bazı görevleri kabul ediyor. O gerilimler kaynaklarda görülüyor. Muhaddislerin geneli ise bazı hadisleri de dikkate alarak ellerinin emeğiyle yaşantılarını sürdürmeyi tercih ediyor. Bu anlamda en kuvvetli gelir kalemleri ticaret. İkinci olarak babadan atadan kalan akarları, yani kira gelirleri var. Ekonomik rahatlık ilme verilen mesaiyi artırır. Bizim muhaddisin açmazlarından biri de oydu: Ticaret ile ilim arasında bölünmek. Mesela Yahya b. Maîn veya Ali b. el-Medînî gibi daha varsıl biri olsaydı onu hadis tarihinin çok daha merkezine yerleştirebilirdim. Ama o kadar varsıl değil. Ahmed b. Hanbel kadar yürekli olsa, yine olurdu, ama karakteri o kadar kuvvetli değil. O zaman mecburen ikincil sırada kalan bir isim olarak sunuyorsunuz. Bu anlamda muhaddislerin meslek nisbeleri, yani kumaşçı, bakırcı, demirci vs. olduklarını gösteren sıfatlar sosyokültürel ve ekonomik yapıyı anlama adına bize umduğumuzun ötesinde bir alan açıyor. Dolayısıyla Râvi’deki karakter yalnız bir isim değil, örnekleri çok fazla. Ayrıca bu durum fikrî bağımsızlık ilkesiyle de ilgili.
Çok genç yaşta ilim tahsil etmek için ailelerinden uzağa, farklı şehirlere gidiyorlar. Mesafeler çok uzun, güvenlik problemleri de var. Bu dönemde bir ilim talibinin ilim yolculuğu nasıl oluyordu, hangi şehirler daha muteberdi?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Siz eğer hicri 180’li yıllarda 16-20 yaş aralığında biriyseniz ve periferide, yani Hicaz, Basra, Kûfe gibi merkezlere uzakta bir yerdeyseniz gideceğiniz yerler ve rotalar %99 bellidir. Burada sürprize çok fazla mahal yok. Yani Basra’da, Medine’de, Mekke'de, Kûfe’de, Yemen’de, Dımaşk’ta, Mısır’da ilmî olarak öne çıkan isimler bellidir. İlim yoluna çıkan insan sadece şunu düşünmek zorunda: Bu isimlerin hangilerinden feragat edilebilir? Çünkü gönül hepsiyle görüşmeyi istese de biri Dımışk’ta, bir Yemen’de, biri Mekke’de, bir Basra’da, biri belki daha uzakta Mısır’da. Dolayısıyla gidilebilecek yer ve rotalarla ilgili problem yok ama gitme durumunla alakalı sıkıntı var. Maddi anlamda bu yükü kaldırabilecek misin? Ticaret rotaları büyük oranda rihlenin de rotaları. İstisnaları nadiren gündeme gelir. Ne gibi? Çok acil bir işiniz vardır, akut bir problem vardır. Mesela hoca yan şehirde hastadır, hemen gitmelisiniz. Ana yol dışında kestirmelere başvurulabilir. Ekstrem durumlar dışında gidilecek mekânlar ve merkez isimler bilgisi malumdur. O yüzden burada öngörülebilir bir serüven var. Yollar kervansaray ve kuyularla donatılmış, işaret taşları işlenmiş… Zaten başka bir yoldan gitmek ölüme davetiye gibi. Bundan dolayı muhaddisler mümkün mertebe kervanlara katılarak yolculuk yapar. Öyle tek başıma canım sıkıldı, hadi şuradan şuraya gideyim nadir bir durumdur.
Bir de Abbasîlerin erken döneminde posta teşkilatının gelişmesi bu yolları güzelleştiriyor. Posta teşkilatıyla beraber inanılmaz bir ağ kuruluyor. Muhaddislerin yolculuklarına bakınca temel rotalarının büyük oranda ticaret rotaları olduğunu anlıyorsunuz. İlim ve ticaret o kadar yan yana ki hayret edersiniz. Yani bir yerden bir yere giden muhaddis, oradaki hocanın farkında, ondan ilim alacak. Hocanın metinlerini istinsah ediyor veya gidince kopyalayacak. Öte yandan oraya giderken o şehirde olan veya olmayan ne var buna bakıyor. “Şuradan iki top kumaşı atayım, gidip orada satarım, oradan baharat alıp gelir burada satarım” diyor. O yüzden ilim ile ticaret iç içe. Bizim zihnimiz kategorik ayrımlar varsayar ve mesela “tüccarsa ilim adamı olmaz” veya “resmî görev aldı, kadı oldu, ilim hayatı bitti” der. Hâlbuki öyle değil. Niye bitsin? Adam kadı, hüküm verirken hadisi kullanmayacak mı? Burada mutlak ayrımlardan ziyade iç içeriklere vurgu yapma taraftarıyım; çünkü bu daha reel.
Bugünden bakınca biz tabii o dönemde yolculuğun çok zor ve meşakkatli olduğunu düşünüyoruz...
Aslında evet, bunun maddiyata bakan bir yönü var. İlim talibi, gönül ister ki her yere gitsin, birinci sınıf tüm muhaddislerle görüşsün ama olmuyor. Deyim yerindeyse bazen sadece iki atımlık kurşunu oluyor. Mesela Ahmed b. Hanbel bir yerde “Cerîr b. Abdülhamîd ile görüşmek için Rey’e gidemedim, cebimde şu kadar param olsa giderdim” diye hayıflanıyor. Olmamış. Gitse iyiydi, çünkü hicri 188 vefatlı Cerîr Kûfe birikimi açısından önemli biri. Bu anlamda maddi imkânlar umduğumuzdan daha fazla belirleyici olabilir muhaddisin hikâyesinde.
Yolculukları sırasında karşılaştıkları ilmî ve siyasi manzaraları da aktarıyorsunuz romanda. Bu tür detaylar ilim yolculuğu ve hadis tarihi açısından neden önemli?
Şöyle düşünüyorum, öğrencilere “Falanca, filanca yerden şuraya gitmiştir” cümlesini kurduğumuzda öğrenci sanki şöyle bir şey anlıyor: Uçağa atlıyorsun bir saatte iniyorsun. Ama 100 sene öncesinde bile mesela Malatya’dan Adana’ya gitmek günler alıyordu. Bir devenin sırtında yapılan yolculuklar aylarca sürüyor. Bizim bu coğrafi mesafe, mekân bilinci gibi hususları vurgulayışımız öğrencinin bu tarihî dönemi daha iyi kavramasına, ilim talibi olarak o dönemin muhaddisleriyle empati kurmasına imkân veriyor. Mesela Mehmet Akif merhum iyi bir yürüyüşçüymüş, hep anlatılır. Çok da zorlanmadan Üsküdar’dan Çengelköy’e yürüyor, oradan daha yukarılarına doğru gidiyor… Şimdi bugün hangi genci şuradan bir kilometre öteye yürütebilirsiniz? Mümkün değil. Ben diyorum ki empati yapalım biraz. Muhaddislerin yaptığı eylem öngörülebilir, denetlenebilir, rotası belli bir şey ama bir de insani olarak bir zorluk var ortada. Bu iş yürek sahibi adam işi, herkes giremiyor o yüzden. Muhaddisleri büyük yapan husus buydu: Niyetlilik hâli. O niyetlilik hâliyle 18-20 yaşında çocuklar -ki bize göre çocuk, eski dünyada haylice yetişkin sayılabilir- inanılmaz mesafeleri aşıyorlar. Maddi imkânı olmayanlar da var. Deve bakımı yapıyor, alıp satıyor veya işte birinin şahsi işlerini görüyor vs. Hepsinin örneği var kaynaklarda. Dolayısıyla tarih yazımına şöyle bir katkı sunabiliriz: Haritasız ve coğrafyasız hadis tarihi olmaz. Hepsini bir potaya atıp harmanlayacağız ve bilgilerimizi kitleye öyle bir şekilde sunacağız ki zihne gelebilecek bütün sorular, boşluklar mümkün mertebe giderilsin.
Hadis ilmiyle uğraşan bir hocanın ve talebenin günlük rutini nasıldı?
İlim taliplerinin eylem tarzı genelde şöyleydi: Ertesi gün gidilecek dersler belli, falanca hoca falanca camide, filanca şu kabile mescidinde, diğeri biraz daha uzakta. İlk başta akşamdan bu planı yapar. İkincisi, gideceği hocaların metnini ders öncesinde bir talebesinden veya kendisinden alıp istinsah eder, yani kopyalar. O kopyalama aşaması genelde gece olur. İlim talibi çok uyumaz zaten. Metni kopyaladıktan sonra kısa bir istirahat yeter. Teheccüde kalkar ve sabah hayli erken bir vakitte güne başlar. Çünkü bazı hocalar sabah namazından sonra ders yapıyor, kimisi kuşluk vaktinde, kimisi öğleden sonra biraz güneş devrilince yapıyor. Yatsıdan sonra ders yapan hocalar da var. Dolayısıyla sizin ertesi gün için yaptığınız plandaki hocaların vakitleri, rivayet sayıları o gününüzü belirliyor. Gittiğiniz hoca mesela günde 10 hadis nakleden biri. 10 hadis hazırlıyorsunuz, hocaya arz ediyorsunuz ya da hoca okuyor siz dinliyorsunuz o rivayetleri. Hoca “Tamamdır” dediğinde artık bunlar senin rivayetlerin oluyor. Sen de bunu nakletme hakkını elde ediyorsun. Bu hocayla o günlük işin bitiyor, ikinci hocaya, üçüncü hocaya geçiyorsun. Mümkün mertebe namazlarını vaktinde cemaatle kılıyorlar çünkü genelde ilmin yapıldığı yer olan camilerde buluşuyorlar. Hep yan yanalar. Camilerin yanı sıra bir de hoca evleri var. Zaman olur hocanın biri farklı bir sebeple camiye çıkmaz, evini ya da evinin avlusunu açar. Avluya talebeler dizilir. Onun da adap ve erkanı kaynaklarda zikredilir. Mesela, girerken kıdemli talebelere öncelik verilecek gibi. Hoca orada dersini okutur, bittikten sonra da ayakkabılarını alıp içeri geçer. Bu, talebeye “hadi artık gidin” demektir. Bu dersin işlenişi esnasında hoca daha uzun metrajlı bir ders tasarlamışsa, mesela üç beş rivayet değil de 20-30 rivayet okunacaksa, biraz ara verilebilir. O arada şiirler, fıkralar gibi nükteler gündeme gelir veya hoca bazı anılarını anlatır. Talebeyi biraz dinlendirilerek ikinci derse geçilir. Akabinde talebe dağılıp diğer hocaya gider.
Bir muhaddisin genel olarak 15-30 yaşları arasında yaptığı yegâne iş rivayet toplamaktır. Çünkü sizin büyük muhaddis olmanız rivayet müktesebatınızın genişliğine bağlıdır. Varsın aynı rivayetin dokuz tariki olsun. Bu rivayet bende var, şu tariki de kalsın diyemiyorsunuz. O rivayetin olduğu dokuz hocayı da bulup rivayeti almaya çalışıyorsunuz. Dolayısıyla rivayet müktesebatınızın büyüklüğü sizi büyük adam yapıyor. Size “hafız”, “sika”, “emîrü’l-müminin” diyorlar. Bu gibi kavramlar bu süreçlerle alakalı. Gün içerisinde ilim talibinin ticari bir meselesi varsa, ona da bir aralık ayırabilir. Ama maddi anlamda biraz rahat biriyse bütün gününü hocaları turlayarak geçirir, akşam evine gelir, metnini tekrar gözden geçirir, arkadaşlarıyla müzakere yapar, rivayetlerini mümkün mertebe ezberler ve yarının dersini hazırlamaya geçer. 24 saat böyle geçer muhtemelen. Dört beş saat uykuyla geçiyor bu yılları. Muhaddislerin erken kariyerlerinde vücutlarını, özellikle de gözlerini çokça yormaları sonraki yıllarda onları zora düşürüyor. Kaynaklarda görebildiğim kadarıyla en çok rastlanan fiziksel hastalık göz bozukluklarıdır. Kabaca bir rakam verecek olursam 8000 kadar râviden 250’sinin fiziksel engeli varsa bunların 160-170’i göz problemidir. Gece mum ışığında metin istinsah edip bu işi 10-15 sene yaparsan hâliyle gözler zarar görür.
Talebenin artık hoca olduğunu gösteren kriterler neler?
Bir kere şehirden şehre değişen bir ilim alma başlangıç yaşı var. Bazı şehirlerde 13-14 yaşlarında başlıyorlar ilim almaya. Kimisine de 20’den sonra başlatıyorlar. Görebildiğim kadarıyla muhaddislerin ortalama yaşam süreleri 78-80 sene. Yani erken İslam toplumunda ortalama yaşam süresi bu. Onlar muhtemelen 30-35 yaşlarına kadar sürekli bir yerlere gidip hadis toplamaya devam ediyor, 35’ten sonra muhtemelen ömürlerinin sonuna kadar da bu birikimlerini naklediyorlardı. Burada hocalık ve öğrenciliği çok net bir şekilde ayırmak zor. Ama bazı erken örnekler olduğunda bu durum dikkat çekiyor. Mesela “daha yüzünde kıl tüy yokken etrafında şeyhler toparlanmıştı” gibi ifadeler geçer kaynaklarda. Bu ekstrem bir şey olduğu için vurgulanıyor. Genelde 35’lerinden sonra hoca, halkasını ilim taleplerine açar. O ana kadar derlediği müktesebatını aktarmaya başlar. Bu durum bir şehre gittiğinizde oradan sizde olmayan bazı rivayetleri almanıza engel değil. Yani ilim alma eylemi yaşadığınız sürece devam edebilir. Ama belli bir yaştan sonra anladığım kadarıyla siz ilmine müracaat edilen biri oluyorsunuz çünkü falanca hocalara erişmiş birisiniz, onlar vefat etmiş. O olduğu anda muhtemelen sizin ilmî otoriteniz yavaş yavaş gündeme geliyor.
Râvi, hadis tarihi yazımında roman türünde yapılmış ilk çalışma. Ne tür tepkiler aldınız ?
Tepkinin farklı boyutları var: Olumlu, biraz olumlar gibi ama tam emin değil, olmamış diyen, şaşıran… Geniş bir yelpaze var burada. Hepsiyle alakalı tabii ki dönüşler geldi bana. Mesela bazı yazılar nedendir bilmem fazla öfkeli, belki de art niyetliydi. Diğer taraftan ne yaptığımı anlamaya çalışan başka yazılar da yazıldı. Kimi çok şaşırdığını ifade etti. Benim açımdan bu tepkiler içerisinde önemli olanlar “şu olsa daha iyi olur, bak şurası eksik olmuş” gibi eleştirilerdi. Onları hep not ettim, belki bir gün ilerde böyle bir şey yapmak isteyen biri bunlara dikkat etsin diye. Aşırı övgüyü de aşırı yergiyi de çok önemsememek gerek. Fakat her baskıda teknik itirazları mümkün mertebe dikkate aldım. Hepsini düzeltebildim mi, tabii ki hayır. Bir örnek vereyim: Benim ilim talibinin ayağındaki ayakkabı eskiyor ve bot alıyor kendisine. Bot çok modern bir şey, eski dünyada bunun karşılığı çizme. “Çizme desek daha iyi değil mi?” denildi, değiştirdim. Veya “develer şu kadar kilogram taşır” demişim fakat o yıllarda oradaki ağırlık kilogram değil rıtl kullanılıyordu denildi, İngilizce versiyonu çalışırken onu rıtl yaptık. Bu tür basit ama anlamlı dokunuşlar oldu.
Bunların dışında, karakter daha kuvvetli olabilirdi, anlatı biraz daha derinlikli ele alınabilirdi, tasvirler daha uzatılabilirdi gibi eleştiriler geldi. Tek yönlü bir anlatı olduğu, idealize edilmiş bir tarih yazımı sunduğum söylendi. Bir yere kadar doğru ama bir şey anlatırken her şeyi anlatamazsınız. Yazın dediğiniz şey bir tercihtir. Daha düz bir tarzı benimsesem kurgu olmayacaktı veya tüm hadis tarihi ve usulünün problemlerini zikretsem detaylarda boğulacaktık ya da çok fazla tasvire gitsem metin çok uzayacaktı. Bir diğer eleştiri de şuydu: Bir hadisçi var, odaklanmış ama bunun dışında kelamcı ile, fakih ile irtibatları zayıf. Doğru mu? Bu da doğru ama bu da bir yazım tercihi. Diğer ilimlerle daha fazla irtibat kurmak bence de güzel olurdu. Ama artık çok geç!
Kitabın ilk pasajındaki üniversite hocasının yapmak istediği şeyi yaptığınızı, kitabı yazmaktaki gayenize ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
Evet, çünkü hadis tarihi derslerindeki o anlatı sorusuna verilen cevaplardaki başarı oranı yükseldi ve Anadolu’dan pek çok hoca arkadaş da Râvi’yi yardımcı metin olarak okutuyor, talebeyi kitaptan sorumlu tutuyor, yazı yazdırıyor. Hepsi “Hocam anlatıyorduk anlatıyorduk talebe ezberleyip geçiyordu. Bu kitap hadis nakil eylemini anlamak için iyi bir imkân oldu” gibi şeyler söylüyor. Bu zaten yazım hedeflerimden biriydi. Elhamdülillah.
Masada hangi çalışmalarınız var hocam?
Masa başı her zaman biraz karışıktır. Uzun süredir devam eden, fişlemesini yaptığım dosyalarım var. Sekiz dokuz senedir fişlediğim hadis ve siyaset dosyası gibi. Bir TÜBİTAK projemiz vardı, bitti, onun çıktısı olarak hazırladığım yayınlar var. Onun dışında Arapçadan bir çevirimiz vardı, o çevirinin son tashihleri ile meşgulüm. Çok şükür sevdiğimiz işle meşgulüz.
Çok teşekkür ederiz hocam.
Asıl ben bu imkânı sağladığınız size müteşekkirim.