Ne Diyeceğini Bilememek

Günlük hayatımızda din konusunda karşımıza bazen iyi niyetten uzak soru ve itirazlar çıkıyor. Birinin niyetinin kötülüğünü nereden bileceksin diye siz de itiraz etmeyin hemen. Kalkık kaşlar, biraz küçümseme, biraz alay karışmış çok bilen bir ses tonu, merakla ve öğrenmeye hazır olarak açılmış gözler yerine yarı kısılmış, size tenezzül eder gibi bakan gözler ve daha pek çok detay ele verir onları. Her şeyin en doğrusunu bildiğine emin birinin sadece sizi düzeltmek için sorduğu, cevabı dikte edilmiş sorulardır bunlar.

Bu kasıtlı sorular çoğu kez cevabı net ve tartışma götürmez bilgi içeren hayati konular yerine asırlardır ulema beyninde tartışılmış, herkesi bağlayan kesin bir cevaba ulaşılamamış, spekülatif konulara dairdir. Ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Çünkü kimse bilememiştir.

Mesela insanı cennete götürecek yolları merak etmezler de cennette neyin nasıl ve niçin öyle olacağını merak ederler. Yıllar önce onlardan biri Kur'ân'da cennetin sonsuz gölgelikler olarak anlatılmasını Arap yarımadasının kızgın çöl güneşinde yaşayanlar için ödül olabileceğini; kuzeyin güneşsiz topraklarında yaşayanlar için bu tasvirin hiç de cazip olmadığını (aklınca Kur'ân'ın tarihsel ve yerel oluşuna bizi de ikna edeceğini düşünerek) söylediğinde etkilenmedim desem yalan olur. "Ne diyeceğini bilememe" konumundan hiç mi hiç haz etmediğimden uzun süre düşündüm bu konuyu. Sonra bir yaz ikindi sonrasında  (en sevdiğim vakittir) uzayan gölgelere huzurla bakarken ben de Arşimet gibi "buldum" dedim kendi kendime (burası da Arşimet'le aramızdaki fark). "Gölge" olması için önce güneş olması lazım. Güneş var ama yakmıyor, güneş var ama sen sonsuz gölgelerdesin demektir ve dolayısıyla "koyu gölgelikler (zıllen zalîlâ)" hem çölde yaşayana hem kutupta yaşayana ikramdır. İşte o gün bugündür “ne diyeceğini bilememe”nin her zaman bilgi eksikliğine değil, çoğu zaman aklın vahye teslimiyetindeki eksikliğine ve şüphe etmeye hazır oluşumuza bağlı olduğunu düşünürüm.