O'nun Gölgesinde Gizlenen

12 Nisan 2012

Bu iştiyakla O’na baktığımda gölgesizliğini gördüm bu kez. Bu bakış, aslında daha çok mecazi bir bakıştı çünkü O’nun suretinin, günün her vakti “öğlen saat on iki güneşi”ndeki gibi oluşunun bâtın anlamlarını içerecek bir ilmim yok. Yine de avamın penceresinden şunları gördüm:

Efendimiz’in gölgesinin olmayışı; O’nun izdüşümünü değil, kendisini örnek alışımıza bir gönderme olabilirdi pekala. Gölgesi farklı saatlerde farklı yerlere düşerek yanıltabilir, göreceliliğe saptırabilirdi bazılarımızı. Bizzat O’nu, yaşantısını, söz ve tavırlarını izlemekle yükümlüyüz oysa biz. O bir hatıra değil, bir hayal değil, canlı biçimde aramızda çünkü.

Gölgesi olmayışı dedim ama bu da tam doğru ifade değil. Gölgesinin öğlen on iki güneşini yansıtacak biçimde kendine çekilişi, kendinde gizlenişi diyeyim. Tek bir anın tüm vakitleri kuşatmasının simgesi bu yine: Efendimiz’in vakte göre inip kalkan, uzayıp kısalan –bir anlamda secde ve kıyam eden- gölgesi değil, kendisi bize gereken. O’nun sünnetine uyan da gölgesine değil, kendisine talip oluyor.

Belki biraz bu yüzden O’nun kadar her ânı kayıt altına alınmış, her saniyesine şahit tutulmuş başka biri yok yeryüzünde. Ve belki yine bu metaforla O’nu eviyle minberi arasında ziyaret edenlerin O’nu gerçekte ziyaret etmiş olmalarının hakikatine de bir kapı aralanıyordur. O’nu rüyasında görenlerin gerçekte görmüş olmaları hakikatine de... Gölge ikiliği getirmez aslında ama surete çekildiğinde tevhidi temsil ediyor olabilir hiç kuşkusuz!

Efendimiz’in öğlen on iki güneşiyle ilişkisi de çok kıymetli bir temsil bizler için. Güneşin tepede olduğu, gölgenin tümüyle gizlendiği an, Asr-ı Saadet’e benzetilir. Kudsi hadis’teki “gizli hazinenin bilinmeyi sevmesi”nin en dış kabuklarından birini de soymuş oluruz belki: Görünen de O’dur, Gören de O’dur artık... Araya hiç gölge girmez.

Güneş işte böyle tam tepedeyken gölgenin gizlenip bâtın olmasını yorumlayanlar, buradan yola çıkarak Efendimiz’in, Allah’ın (cc) varlığına ve buyruğuna hiç gölge etmeden, hiç kendini göstermeden mukabele ettiğini, bize de perde olmadan ilettiğini anlatırlar.

Şebüsterî  Hazretleri, Gülşen-i Râz’da; Rasûlullah Aleyhisselâm’ın velayet nurunu güneşe benzeterek Hâtem-i evliya’nın gelmesi ile o güneşin yeniden doğacağını, kararmış olan âlemin o nur ile tekrar aydınlanacağını ifade eder:

Muhammed zamanı, güneşin en yücede bulunduğu zamandı. Bundan dolayı Peygamber’in gölgesi yoktu. O; her türlü gölgeden, her çeşit karanlıktan arınmıştı. Güneşin en yüce noktada bulunduğu zaman yere dikilen şeyin ne önde gölgesi olur ne arkada ne sağda ne solda! Muhammed (sav) yeryüzünde dümdüz, dosdoğru durdu. “Emredildiğin gibi doğru ol, doğrulukla hareket et!” emrine uydu, o emre göre hareket etti. Onun hiçbir karanlık gölgesi yoktu.

O ne aydın Allah nuruydu ne güzel bir Allah gölgesiydi! Kıblesi, doğu ile batı arasındaydı, o yüzden de nurlara gark olmuştu. Şeytan bile O’nun elinde Müslüman olmuştu. Gölge, O’nun ayağının altına girmiş, gizlenmişti. Mertebeler ayağının altındaydı, bu topraktakilerin varlığı hep onun gölgesiydi.

Gölge, Efendimiz’i aşk ile izleyen herkesle biraz daha genişliyorsa bunun herhangi bir vakitle temsil edilen bir “görselliği” olamaz, olmamalı. Çünkü her seferinde eksik kalır. Gölgenin O’nda gizlenmesi böyle sınırsız bir ifade içindir belki biraz da.

Yerde üzerine basılacak bir gölgesinin olmayışı, Efendimiz’in yüce konumuna bir imge daha kazandırıyor böylelikle. Şu da görünüyor bana avam penceremden: Gölge daima sahibinin peşinden gider, ondan ayrı düşemez. Demek ki Efendimiz’in “görünen” gölgesi; O’nu izleyen, sünnetini uygulamaya çalışan bizleriz artık. Bizim O’na duyduğumuz sevgi, yolladığımız salat ve selamlar O’nun zirvedeki varlığına ait anlamları da genişletiyor olmalı.

Sahiden de gölge, Efendimiz’i aşk ile izleyen herkesle biraz daha genişliyorsa bunun herhangi bir vakitle temsil edilen bir “görselliği” olamaz, olmamalı. Çünkü her seferinde eksik kalır. Gölgenin O’nda gizlenmesi böyle sınırsız bir ifade içindir belki biraz da. Daha doğrusu sırlı bir ifade diyelim. Her izleyenin kendi gölgesince paylaştığı! Geleyim o halde gölgenin gizlenişiyle güneşin konumu arasında kurulan ilişkiye biraz da geceden bakmaya. Ne de olsa gece de gölgeleri gizler. Ayrıca gecenin çok önemli bir ilişkisi daha var güneşle: Ay!

Ay, güneşten aldığı ışığı yansıtır. Kendi ışığı budur. Ve bunu ancak karanlık olduğunda gerçekleştirebilir. Yani dünyanın veya insanın en gafil halinde. Cemalnur Sargut Hanımefendi, bu konuda Can-ı Candır adlı eserinde çeşitli yaklaşımlardan yola çıkarak şu yorumda bulunuyor: Ay, resul kavramını anlatır. Güneşte tecelli eden Allah’ın nur-u ilahisini, dünyaya yansıtan ve gecede yani gaflette yahut dünyada, yollarımızı aydınlatan demektir.

Gaflet uykuları gecedir. Hatta hakikati örttüğü için kâfir olduğu da söylenir gecenin. Ama karanlıkta yolumuzu aydınlatan ay varsa gece de şenlenir. Gece karanlığa büründükçe, berraklaşır ay. Geceleyin karanlığın ve sessizliğin hikmetinden payımıza düşenlerle nurlanırız. Efendimiz’de gizlenmiş gölge ile gecede gizlenmiş gölgenin hakikatine bir adım daha yaklaşabiliriz.

Sargut Hanımefendi şunu da hatırlatıyor: Ayın bazen hilal bazen dolunay olması ama güneşe bakan yüzünün hep dolunay olması, bizim Peygamber’e bakışımızla alakalıdır. O’nu hilal gibi görmek bizim Allah’la ilişkimizin hilal gibi olması demektir. Hz. Ebubekir, Efendimiz’e bakıp “ne güzelsin” demiş. Ebu Cehil bakınca “ne çirkin adam” demiş. Peygamber ikisine de gülmüş. Niçin diye sorduklarında, “herkes benim aynamda kendini seyreder” buyurmuş.

O halde evet, gecenin içinde de “öğlen on iki güneşi”ni bulmak mümkün işte!

Kelime-i tevhidin bir anlam katmanına daha uzanıyorum artık avam penceremden: Devamında Hazreti Muhammed (sav)’in zikredilmediği bir “lâ ilâhe illallah” gece güneşinden habersiz bir gaflet uykusu gibi hep eksik kalıyor demektir.

Gaflet uykuları gecedir. Hatta hakikati örttüğü için kâfir olduğu da söylenir gecenin. Ama karanlıkta yolumuzu aydınlatan ay varsa gece de şenlenir. Gece karanlığa büründükçe, berraklaşır ay. Geceleyin karanlığın ve sessizliğin hikmetinden payımıza düşenlerle nurlanırız.

Efendimiz’in, İsa ve Musa aleyhisselam’ın mesajlarını inkar etmemesi, onların dinini tamamlamak, insanlığın dinini kemale erdirmek için gelmesi: Ay ile güneşin, gece ile gündüzün zıtlık ve ikilik oluşturmadığını, iç içe geçerek bütünü oluşturduğunu göstermesi gibidir belki biraz da...

İbrahim’in (as)  batan şeylere tapmayacağını söylemesi ay ile güneşin bir mecaz oluşunun da kanıtı. Ötesine bakıyoruz tevhid şuuruyla, öyle değil mi! Ayın Sahibi’ne, Güneşin Sahibi’ne... Efendimiz’in kendisini yolundan döndürmeye kalkanlara amcası üzerinden yolladığı mesaj artık daha anlamlı görünmeye başladı bana penceremden: Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Vazgeçemezdi elbet çünkü O, kendiliğinden söylemiyordu.

Aya ve güneşe bir daha baktım penceremden. Sevgiyle yaratılmamış olsa hiç ısıtır mıydı, aydınlatır mıydı güneş? Ay yansıtır mıydı onun ışığını geceleyin? “En Sevgili” vahyin emini olabilir miydi? Kelime-i tevhidin tamamlayıcısı olabilir miydi? Rabbinin Söz’ünü yansıtabilir miydi halen? Ve halen, Efendimiz’i seven yüzlerde O’nun nuru parlayabilir miydi?

Varlığın Efendisi’ni sevdikçe güneşle ayı birliyor, onları Yaratan’a hayranlık duyuyoruz, onlara tapmıyoruz. Şirk koşmamamızın en büyük sırrı, ışığını Allah’ın ona olan sevgisinden alan Efendimiz’e duyduğumuz sevgi değil mi? Tevhid şuuru, ancak Muhammed (sav), O’nun elçisi olduğunda tamamlanıyor.

Bitirirken başa döndüm yine. Penceremi açtığım âna. Ve gölgenin Efendimiz’de saklı olmasının bugüne sarkan anlamlarına uzanmaya çalıştım. Yine Şebüsterî’yle: Sonra velilik onun nuruyla gölge saldı, doğularla batıları kapladı. O’ndan, aynen O'nun zuhurundan evvelki gölgelere uygun gölgeler meydana çıktı. Şimdi ümmetten yetişen her âlim, Peygamber’in zamanından önceki bir peygambere karşılıktır, o peygamberin sırrına mazhardır. Peygamber, peygamberlikte kemâl bulunca çaresiz bütün velilerden üstün olur. Velilik de velilerin sonuncusu ile kemâl bulur ve bu suretle ilk nokta, son nokta olur. Âlem onunla emniyete kavuşur, imana ulaşır. Cansızlarla canavarlar bile onun feyziyle canlanır, kemâl bulur. Âlemde tek bir kâfir bile kalmaz, gerçek adalet zuhur eder. O, vahdet sırrına mazhar olarak Allah’ı hakkıyla tanır, Allah’ın hakikati onda görünür.

Hepimize güneşli geceler!