Oryantalist Paradigmaya Taraf Olmak

Batı’da meselâ hadisle ilgili çalışmalar karşılaştırmalı olarak incelendiğinde söz konusu referans ağını tespit etmek hiç de güç değildir. Nitekim Batı’da hadis çalışmalarının kurucusu olarak kabul edilen Ignaz Goldziher’in (1850-1921), Muhammedanishe Studien’in ikinci cildinde, Aloys Sprenger’i (1813-1893) hadisi bilimsel olarak ele alan ilk kişi şeklinde nitelediği, Edward E. Salisbury (1814-1901), William Muir (1819-1905), C. Snouck Hurgronje (1857–1936) gibi oryantalistlere atıfta bulunduğu görülmektedir. Goldziher sonrası dönemde ise onun eserlerine atıf, oryantalistlerin eserlerinin temel bir özelliği hâline gelmiştir. Goldziher’in muasırları Hurgronje ve Theodor Nöldeke (1836-1930) kadar, müteakip nesilden David Samuel Margoliouth (1858–1940), Joseph Schacht (1902-1969) gibi oryantalistler Goldziher’in temel tezlerini kabul etmişler hatta şüphecilik cihetinden bu tezleri daha ileri noktalara taşımışlardır. Goldziher’in görüşlerini bir adım öteye taşımasına benzer şekilde Schacht’ın görüşleri de John Wansbrough (1928-2002) gibi revizyonistlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Netice itibariyle Goldziher’in hadisle ilgili görüşlerini içeren Muhammedanische Studien’ın ikinci cildinin yayımlanmasından yaklaşık yüzyıl sonra bugün tefsir alanında çalışmalar yapan oryantalist Herbert Berg, “İslâm’ın ilk yılları hakkında kesin olarak neyi biliyoruz? Hiçbir şey” değerlendirmesini yapma noktasına gelmiştir. Bu bakımdan Kur’ân’ın otantikliğini reddeden John Wansbrough ve onun talebeleri Patrica Crone ve Michael Cook’u hiç olmazsa Goldziher’den itibaren oryantalist geleneğin takip ettiği seyir içerisinde değerlendirmek gerekir.

Şüpheciler ve onların uzantısı revizyonistlerden birçok konuda ayrılan mutavassıt oryantalistler ise formel anlamda hadisleri Hz. Peygamber’le ilişkilendirmeyerek, hadis literatürünün Hz. Peygamber’le irtibatını koparmak suretiyle oryantalizmin genel çerçevesinden çıkmamaktadırlar. Söz konusu oryantalistlerin yaklaşımı diğer oryantalistlere nispetle ılımlı bir noktada dursa da; fıkhî, ahlâkî ve kelâmî açıdan hadisleri bir asıl olmaktan çıkarması hasebiyle, İslâmî bakış açısından bir anlam ifade etmemektedir. Dolayısıyla, son tahlilde mutavassıt oryantalistlerin de oryantalist paradigmayı takip edenler arasında değerlendirilmesi gerekmektedir. Söz konusu süreklilik nedeniyle 1973 yılında Uluslararası oryantalistler kongresinde kullanılmaması kararı alınmasına rağmen ‘oryantalist’ terimini ‘oryantalist paradigmayı takip eden kişi’ anlamında kullanmaya devam edilmelidir. Ayrıca, bilhassa Edward Said sonrası dönemde sömürgecilikle irtibatı nedeniyle olumsuz çağrışımlara yol açması neticesinde pejoratif bir mana edinen ‘oryantalist’ terimini kullanmayı terk etmenin, sömürgeciliğin oryantalizm üzerindeki izlerinin silinmesi anlamına gelmediği de unutulmamalıdır. Bu duruma örnek olmak üzere Batı’da İslâm hukuku alanında yaptıkları çalışmaları ile tanınan Wael b. Hallaq ve David Powers’ın aile vakıfları ile ilgili oryantalist literatür hakkındaki değerlendirmeleri hatırlanabilir. Hallaq ve Powers Fransa’nın, Cezayir topraklarını kendi çıkarları doğrultusunda mülk edinmesi ve ‘sömürmesi’nin önündeki en büyük engelin aile vakıfları olduğunu ve bu nedenle söz konusu vakıfların Kur’ân’a uygun olmadığını ispatlama görevinin Fransız oryantalistlere verildiğini ifade etmektedir. Asıl önemli nokta ise söz konusu Fransız oryantalistlerin aktarılan bağlamın ürünü olan çalışmalarının aile vakıfları konusunda Batı’da hâlâ temel kaynak kabul edilmesidir. Bu durumda akla şu soru gelmektedir: Kur’ân tarihi ile ilgili bir çalışmada ulemanın görüşlerine başvurmaksızın yalnız oryantalist literatürden hareket etme usulünün, aile vakıfları alanındaki bir yazıda da takip edilmesi hâlinde objektiflikten söz etmek ne kadar mümkün olabilecektir?

Bir oryantalistin somut verilerle desteklendiğini düşündüğü sonuçların, söz konusu verilerden çıkarılabilecek yegâne sonuçlar mı olduğu sorusu varlığını muhafaza etmektedir.

Birtakım müsellemât ve varsayımlardan hareket edenin, yalnızca Müslümanlar olmadığını görmek için Batı’da yapılan hadis tarihlendirmeleri etrafında yaşanan tartışmalara bakmak yeterlidir. ‘Tarihlendirme’, bir hadisin ne zaman ortaya çıktığını tespit etmek üzere oryantalistler tarafından geliştirilmiş bir kavramdır ve temelinde hadislerin tamamının ya da büyük çoğunluğunun uydurma olduğu fikri yatmaktadır. Bu nedenle bir oryantalist, hadislerle meşgul olurken hadis sahih mi sorusu ile değil, ‘bu hadis ne zaman uyduruldu’ sorusu ile araştırmasına başlar. Fakat asıl dikkat çeken nokta, bir oryantalistin yaptığı hadis tarihlendirmesinin Müslümanlar tarafından kabul edilmemesi bir tarafa diğer oryantalistler tarafından da benimsenmemesidir. Söz konusu durumun somut örneğini görmek için sırasıyla tefsir ve İslâm hukuku alanındaki çalışmaları ile tanınan oryantalistler Herbert Berg ve Harald Motzki’nin birbirlerine yazdıkları eleştirilere bir göz atmak dahi yeterli olacaktır. Zira bu tür bir karşılaştırma aynı tarihlendirme metodunun nasıl iki farklı şekilde uygulanabileceğini göstermektedir. Peki, bilimsel bir metot uygulayan bir oryantalistin ulaştığı objektif ve somut sonuçlar nasıl olur da aynı metodu uygulayan diğer oryantalistleri ilzam edememektedir? Öyle ise başka bir amil devrede olmalıdır ki bu amil, her bir oryantalistin kendisinden hareket ettiği ön kabullerdir. Söz konusu duruma, bizzat Harald Motzki şu sözleri ile işaret etmektedir: “Bir tarihlendirmenin güvenilir kabul edilip edilmeyeceği sadece uygulanan metotlara değil, aynı zamanda İslâm tarihinin erken dönemi hakkında oluşturduğumuz ön kabullerimize dayanmaktadır.”

Motzki’nin ifadelerinin de işaret ettiği üzere, ulaşılan sonuçlar ve varsayımlar/öncüller arasında kuvvetli bir irtibat bulunmaktadır. Başka bir deyişle, bir oryantalistin somut verilerle desteklendiğini düşündüğü sonuçların, söz konusu verilerden çıkarılabilecek yegâne sonuçlar mı olduğu sorusu varlığını muhafaza etmektedir. Her araştırmacı kendi tevarüs ettiği ilim geleneği ve/veya öncüller kümesinden hareketle verileri yorumlamakta, ortaya çıkabilen boşlukları doldurmakta hatta yeri geldiğinde kendi geleneği ile uyumlu olmayanları tevîl cihetine gitmektedir. Bu bakımdan öncüller hep orada ve mevcut olmaları bakımından kaçınılmaz; hatta gereklidir. Zira somut verilere yaklaşan kişinin genel bir perspektife ve mevkıfa sahip olması gerekir. Bir meseleye ister bir, isterse birçok cihetten yaklaşılsın kendisinden hareket edilecek bir başlangıç noktasının varlığı (paradigma) zarurîdir.

Oryantalist paradigma ve İslâmî paradigma arasındaki farklılığın nedeni olan öncüller/ilkeler aynı zamanda bir inanç meselesi de olabilmektedir. Muhammed Mustafa el-A‘zamî, İslâm’la ilgili yazan herkesin öncelikle Hz. Peygamber’in nübüvvetini kabul mü yoksa inkâr mı ettiğine karar vermesi gerektiğini vurgulamakta, onun peygamberliğini reddin, Allah Resulü’nün hezeyanlara kapılmış birisi ya da yalancı olarak kabul edilmesine sebebiyet vereceğini belirtmektedir. Bilindiği üzere, Hz. Peygamber’in hezeyanlara kapılmış birisi olarak tavsîfi Orta Çağ’da Batı literatürüne egemendir. Bununla birlikte onun insanlığa getirdiği ve büyük bir medeniyet hamlesine neden olan birçok değeri takdir eden oryantalistlerin olduğu da görülmektedir. Fakat bu kişiler için dahi Hz. Peygamber’in bir yalancı olması kaçınılmazdır. Zira Hz. Peygamber Allah’ın Resulü olduğunu ilân ederek tebliğde bulunmuştur. Dolayısıyla, onun peygamberliğini kabul etmeyen kişiler için eğer birtakım hezeyanları vahiy olarak yorumlamamışsa, o takdirde en hafif ifadesiyle peygamber olmadığı hâlde peygambermiş gibi davranan bir yalancı olması gerekmektedir. Bu bakımdan A‘zamî’nin ifadeleri ilk anda ne kadar sert görünse de esasen bir hakikati ifade etmektedir.

Müslümanların literatüre yaklaşımlarının daha az akademik veya eleştirel olduğu, kaynakların tek muhtemel açıklamasının oryantalistler tarafından yapıldığı şeklindeki hegemonik dilin terk edilmesinin zamanı gelmiştir.

Hz. Peygamber’in nübüvvetini ve dolayısıyla İslâm dininin son din olduğunu inkâr etmek tarihî verileri/haberleri değerlendirirken de etkili olmaktadır. Bu noktada iki rivayet grubu örnek olarak verilebilir: Gelecekten haber veren rivayetler ve diğer din ve kültürlerdeki muadillerine benzer kurum ve düzenlemelere dair hadisler. Oryantalistler Hz. Peygamber’in gelecekten haber verme imkânını reddettikleri için bu tür haberleri herhangi bir araştırmaya ihtiyaç duymaksızın henüz başlangıçta reddetmektedir. Hâlbuki vahiy alan bir Peygamber’in gelecekte vuku bulacak hâdiseler hakkında bilgi vermesi kıyamet ve ahiret inancı nedeniyle kaçınılmazdır. Bu nedenle Müslümanlar böyle haberlerle karşılaştıklarında onları araştırma yapmaksızın reddetmek yerine klâsik hadis usulü kriterlerine göre sahih olup olmadıklarını tespit etmeye çalışırlar. Yine, Hz. Peygamber’in nübüvvetini kabul etmeyen oryantalistler, diğer din ve kültürlerde yer alan uygulama ve kurumlara dair haberleri de söz konusu dinlerden yapılan alıntılara delil kabul ederler. Meselâ Schacht, taharetle ilgili düzenlemelerin bütün detaylarıyla Yahudi hukukundan etkilendiği kanaatindedir. Söz konusu benzerlikleri, İslâm’ın ilâhî dinlerin son halkasını teşkil etmesi yani vahiyle açıklamak bir tarafa birçok oryantalistin aynı problemler karşısında birbirinden farklı bölgelerde yaşayan insanların benzer çözümler üretebileceği ihtimalini dahi dikkate almadıkları görülmektedir. Söz konusu tavır, yalnız vahyi dikkate almayan insan merkezli bir yaklaşımın değil, aynı zamanda Doğuluyu sürekli iktibas eden ve diğer kültürlere medyun tasvir eden hegemonik bir bakış açısının da neticesidir.

Hz. Peygamber’in nübüvvetinin kabul edilmemesinin tabiî neticesi, onun dindeki konumunu ve dolayısıyla ilk nesil üzerindeki inşâî etkisinin fark edilememesidir. Bu nedenle oryantalistler, selef ve ulemanın Müslümanlar nezdindeki itibarını da dikkate almamaktadırlar. Kaynaklara ve ulemâya şüpheyle yaklaşmalarının neticesinde ise metinlerde yer alan tashîf ve tahrîfleri her zaman kasıtlı ve bir amaca matuf kabul etmektedirler. Bu nedenle hadis metinlerinde görülen râvî tasarruflarını dikkatsizlik, ihmâl gibi nedenlerle açıklamak yerine hadisi bir amaç doğrultusunda tahrîf etmekle açıkladıkları görülmektedir. Bu bağlamda, David Powers’ın, Schacht’a yönelik sert eleştiriler karşısında “meslektaş ve seleflere yönelik çok genel ve temelsiz tenkitler yöneltmek tarihçilerin meşgul oldukları ilmî faaliyetleri ileri götürmeye katkı sağlamaz” şeklindeki değerlendirmesi akla gelmektedir. Powers’ın dile getirdiği kaidenin oryantalist literatürde, muasır ve geçmişteki Müslüman ulemaya teşmil edilmediği ise aşikârdır.

Netice itibariyle, Müslümanların literatüre yaklaşımlarının daha az akademik veya eleştirel olduğu, kaynakların tek muhtemel açıklamasının oryantalistler tarafından yapıldığı şeklindeki hegemonik dilin terk edilmesinin zamanı gelmiştir. Zira meselenin sadece olgular üzerinden yürümediği, meselâ her ne kadar Christopher Melchert, Muhammed Mustafa el-A‘zamî’yi ‘dogmatik’ olarak tavsîf etse de Schacht’ın da en az A‘zamî kadar dogmatik olduğu ortadadır. Oryantalist doktrin, klâsik İslâmî paradigmadan daha az ideolojik değildir. Her iki tarafın da birtakım varsayım ve ön kabullerden hareket ettiği, doğruluğunu ispat etmek zorunda hissetmedikleri müsellemâtlarının mevcudiyeti, unutulmamalıdır. Wael b. Hallaq’ın işaret ettiği üzere tarihçiler genellikle varsayımlarının kendi görüşlerini ve tasvirlerini ne kadar etkilediğini fark edememektedir ve bu da tarihî inşaları gittikçe daha da kurgusal hâle getirmektedir. “Aksi ispat edilene kadar hadisler otantik kabul edilemez” ilkesinden hareket eden oryantalistler, “Güvenilir bilgiye ulaşmak için kaynaklar nasıl kullanılmalıdır?” sorusuna değil, söz konusu kaynakların güvenilmezliğini göstermeye odaklanmaktadır. Söz konusu yaklaşımın, ulaşılacak sonuçları ne kadar etkilediğini görmek için ise oryantalizmle, bir internet sitesinden yapılan alıntılardan hareketle Kur’ân tarihi yazmaya teşebbüs etme düzeyinin ötesinde bir irtibat kurmak gerekmektedir. Bağımsız bir yaklaşımın imkânı bir tarafa bırakılırsa, en azından bilimsel ahlâk bunu gerektirir.