Şunu da aklıma gelmişken paylaşmak istiyorum. Çocuklara, Peygamber Efendimiz’i anlatmak için sınıfa giren sevgili öğretmenlerimiz, dersin daha ilk beş dakikasında “Kesin sesinizi!” diye avaz avaz bağırmaya başlarsa baştan kaybetmişiz demektir. Öğretmenlerimizin, Mescid-i Nebevi’nin ortasına bevl eden bedevîyi ve Rasûlullah Efendimiz (sav)’in ona karşı gösterdiği hoşgörüyü akıllarından hiç çıkarmamaları gerekiyor. Keşke bu derslere girecek eğitimcilere özel bir formasyon verilebilseydi. -Belki de verildi bilemiyorum.-
Netice-i kelam: Matematik öğretmenini sevmeyen çocuk matematikten soğuyabilir, kimya öğretmeninden nefret eden çocuk kimyadan da nefret edebilir, siyer öğretmeninden hoşlanmayan bir öğrenci de...
Bu cümleyi tamamlamak istemiyorum...
Çocuklar ve gençlere Hz. Peygamber’in hayatını öğretmekteki ilk amaç ne olmalı?
İlk aklıma gelen, bu soruya “sevdirmek” şeklinde cevap vermek oldu. Ancak insan bilmediği şeyi, tanımadığı kimseyi nasıl ve neden sevsin? Bırakın sevmeyi, insan bilmediğine düşman olur.
Öyleyse çocuklarımızın Rasûllulah Efendimiz (sav)’i sevmelerini, O’na büyük bir sevgi ile bağlanmalarını arzu ediyorsak dile getirseler de getirmeseler de akıllarında var olan şu sorunun cevabını vermeliyiz:
“Neden sevmeliyim?”
“Ben dokuz yaşında, ben on yaşında bir çocuğum..! On iki yaşında, on beş yaşında gençliğimin başındayım..! Neden ama neden Peygamberi sevmeliyim? Hatta neden anamdan babamdan bile daha çok sevmeliyim?” Hepimiz, yazdığımız kitapları önümüze koyalım ve genç okurlarımızın bu sorusuna cevap verip veremediğimizin bir muhasebesini yapalım.
Çocuklar için hazırlanmış ve amacı Rasûlullah Efendimiz (sav)’in hayatına ve İslam tarihine dair bilgi vermek olan kronolojik bir siyer/tarih kitabı bile olsa, bir ders kitabı bile olsa Fahr-i Kâinat Efendimiz’den bahsediyorsak sıradan bir tarihî şahsiyetten bahsediyor gibi davranamayız. O bizim Peygamberimizdir; aramızda, aramıza sıradağlar gibi dizilmiş asırları aşan bir gönül ilişkisi vardır yahut olmalıdır.
Genel bir siyer anlatımı mı siyere tematik yaklaşımlarla inşa edilecek bir anlatı mı daha faydalı olur sizce?
Doğru inşa edildikten sonra her iki tercih de faydalı olur. Tematik yaklaşımlı çalışmalar kendi içinde bir bütünlüğü olması gerektiği gibi bir puzzle’ın parçaları gibi de olmalı. Çocukların zihninde oluşacak görkemli bir Asr-ı Saadet tablosunu tamamlayacak evsafta bulunmalı.
Mesela sadece Rasûlullah Efendimiz (sav) ile çocuklar arasında geçen hatıraları konu edinen bir kitap, küçük okurunu zamanı ve mekânı belli olmayan bir atmosferin içine çekip götürmemeli. Sayfalarını teker teker çevirirken içleri Sevgili Peygamberimiz’in sevgisi ile dolmalı. O’nun küçük arkadaşları ile olan tatlı hatıralarını okudukça Peygamberimiz’in çocukları ne kadar çok sevdiğini görüp öğrenmeli ve kendilerini, Saadet Asrı’nın o çok ama çok şanslı çocukları arasında hayal ederek Medine’nin daracık sokaklarında güle oynaya koşturup Peygamberimiz’in gül kokusunu içlerine çekerek hayalen de olsa O Zat’ın (sav) serin sabah gülleri gibi kokan ellerini öpebilmeliler.
Çocuklar ve gençlere yönelik siyer kitaplarında amaç, Hz. Peygamber’in hayatını ezberletmek mi yoksa O’nun davranış kalıplarını özümsetmek mi olmalı? Hangisi seçilirse “gaye”ye uygun bir yol üzre gidilmiş olur? Yahut bir orta yol mümkün mü?
Eğitimde hoş görülmeyen ve sürekli şikayet edilen ezberci tutum; bir kısa sureyi, bir hadisi, önemli olayların tarihlerini, bir şiiri, bir atasözünü, çarpım tablosunu, bütün sevimsizliğine rağmen bir takım kimya formüllerini, fizik kanunlarını ezberlemek değildir.
Tel’in edilen (ama yerine de yeni bir şey konulamayan) ezberci eğitim, öğrencinin yorum yapma hakkını elinden alan despot bir yöntemdir. Mesela, siz çocuklara “Şapka İnkılabı"nı anlatır da içlerinden birinin kalkıp “Ne kadar da komik! Şapkanın inkılabı mı olurmuş!? Bir insanın şapka takması yahut başına takke takması, onun medeni bir kimse olduğunu neden göstersin? Bu hesaba göre bütün kovboylar medeni, onların acımasızca katledip soylarını kuruttukları Kızılderililer de vahşi mi oluyorlar yani?” diye bir soru sormasına izin vermezseniz, kazayla soranın da anasından emdiği sütü burnundan getirirseniz bu, ezberci eğitimin daniskası olur.
Nebî Efendimiz’in hayatını çocuklara anlatırken böyle ezberci bir tutuma girmek, onların zihinlerinde oluşabilecek soruların önünü kesmek, ne kısa ne de uzun vadede bir fayda sağlar. Zararı ise azim olur. Bırakalım, kendilerine Sevgili Peygamberlerini anlatmaya, sevdirmeye çalıştığımız çocuklar soru sorsunlar, yorum yapsınlar...
Bahar yağmurları gibi tertemiz, ışıltılı ve pırıl pırıl hayatı ile Sevgili Efendimiz’i, çocuklara ve gençlere anlatırken o yağmur damlalarını daha toprağa düşmeden havada kapıp içen turna kuşları gibi ağızlarımızdan çıkan her cümleyi, kalemlerimizden dökülen her kelimeyi tutup kalplerinin en müstesna köşelerine yerleştireceklerinden hiç şüpheniz olmasın.
Günümüzde kaleme alınan siyer kitaplarının üslubu (ve bu üslubun çocuklara hitap edip etmemesi) yahut özgünlüğü konusunda ne düşünüyorsunuz?
Malumunuz olduğu üzere siyer konularında yazılan eserlerin, çocuklar için olsun büyükler için olsun, büyük oranda birbirlerine benzemeleri kaçınılmaz bir netice. Ancak bu durum, yazar olarak bizlerin üslup mevzuunda gereği kadar titizlik göstermememizin bahanesi olamaz.
Bugün yayıncılar olarak pek çok zorluğu geride bıraktık. Eskiye oranla çok daha iyi ressamlarımız var... Bilgisi hoca seviyesinde, akademisyen editörlerimiz saha içinde vazife görmekteler. Matbaalar şöyledir, böyledir... Bizim şu an için en büyük sıkıntımız, üslup meselesini dert etmeyen yazarlardır. Özellikle siyer kitaplarında sanki üslup gibi bir derdimiz hiç yokmuş gibi davranmaktayız. Anlattığımız konu aynı ama anlatım şeklimiz de aynı! Aynı kelimeler, aynı cümleler hatta aynı hatalar...
Bir araştırma yapmış değilim fakat muhtelif kitaplardan muhtelif metinler alalım, yazarlarını gizleyelim ve o metinlerin kime ait olduğunu tahmin etmeye çalışalım... Tahminimce pek azı için “Bu şunun metnidir, bu da falanca kitaptan alınmıştır” diyebiliriz.
Kullandığımız dil, büyük oranda kötü bir dildir. Kötü dilden maksadım, Türkçenin dilbilgisi kaidelerine uygun olmayan cümleler, yanlış imla değil. Kötü dil; yani yavan, kendine has bir renkten ve ahenkten uzak bir anlatım...
Türkçenin bütün dilbilgisi kurallarına elifi elifine uyan bir metin yazdığınızda bu metnin iyi bir metin olduğunu zannedilmesin. Üslup bu değildir! Hatta hatta dilbilgisi sınırlarını zorlamak ve aşmaktır üslup. Burada deneysel edebiyat zırvalıkları yapalım demek istemiyorum; anlatımımızı zenginleştirelim, bizim bir sesimiz olsun demek istiyorum. Nasıl ki editörler olarak ressamların tarzları konusunda bol bol atıp tutuyoruz, falancayı beğeniyor filancayı ise görmeye bile tahammül edemiyoruz; aynı hassasiyeti anlatım tarzlarımız konusunda da göstermeliyiz.. Ama göstermiyoruz. Gösterseydik siyer kitapları böyle fotokopiyle çoğaltılmış gibi önümüze yığılmış olmazdı. Maalesef aralarındaki farkları çoğu kez illüstratörlerin gayretleri, grafikerlerin cambazlıkları, kullanılan kâğıt, cilt ve fiyat belirliyor. Oysa dil ve üslup belirlemeliydi.
Bu olumsuz durum, çocuklar için siyer anlatımında nasıl bir netice veriyor?
Eğer bir çocuk kitabı Nebî Efendimiz’in hayatı gibi olağanüstü bir konuyu işlediği halde ortalama bir çocuk okura “sıkıcı” gelmekteyse bunun en büyük müsebbibi işte bu kötü dil ve yavan anlatımdır.
Ben şahsen siyeri konu edinen bir metinde son derece net bir gerçekçilikten yanayım. Çünkü gerçeğin yeteri kadar heyecanlı, yeteri kadar mucizevi olduğunu görüyorum. Kullandığımız üslup bunu yansıtamıyorsa sorun üsluptadır.
Üslup çalışmalıyız! Pek farklı üsluplar göremiyorum. Çocuklara yazmak; çocukça yazmak, sade bir dil yavan bir anlatım, gibi algılanmamalı. Çocuk da bir büyük adam gibi bir pekala renkli ahenkli ve kendine ait sesi, şarkısı olan metni okumaktan zevk alır. Onları kötü —hadi renksiz diyeyim— bir dil ile kaleme alınmış kitaplara mahkûm edersek gidip beş yüz altı yüz sayfalık, resimsiz, tuğla gibi Harry Potter kitaplarını ellerinden bırakmadan okurlar, biz de oturduğumuz yerden “Ama onlar çok zararlı!” der dururuz.
Sonra da masalarımızın başına gider, seneler önce televizyonlarda dönüp duran o KDV fişi reklamındaki bakkala giden ve “Bakkal amca! Bakkal amca! Bir kalem bir defter bir de çikolata alacağım” diyen çocuk gibi gerçekte hiçbir karşılığı olmayan berbat yapay bir dille konuşan kahramanların boy gösterdiği kitaplarımızı kim bilir ne sevaplar ne maddi manevi bereketler umarak büyük şevk ve aşk ile yazmaya koyuluruz!
Kitaplarımızda çocuklar da aynı dil ile konuşur, dedeler de aynı dil ile konuşur. Bu, eleştirip durduğumuz kötü dizi filmlerde, annesinin yüzüne de sevgilisinin yüzüne de aynı ifade ile bakan güdük aktörlerin düştüğü trajikomik duruma ne kadar benziyor farkında mısınız?
Peygamber Efendimiz’in hayatını çocuklara anlatmak gibi ulvi bir gayeyi içimizde taşıyorsak edebiyatı, bütün kaide ve imkânlarıyla bu gayeye alet etmeliyiz. Ben inanıyorum ki o mucizevi gerçekliğe yakışan bir dili yakalayabilirsek siyer gibi muhteşem bir konudan, çocuklar tarafından bir solukta okunacak ama tesiri bir ömür boyunca sürecek harika kitaplar çıkarabiliriz.
Günümüzde kaleme alınan siyer kitaplarında gördüğünüz en önemli eksiklik nedir?
Neşe! Gerçekten de bunu bir eksiklik olarak görüyorum.
Biz Müslümanlar, Saadet Asrı’nda yaşanan olaylara, İslam’ın o ilk garip ve çileli yıllarına, Batılı bir tarihçinin yahut dinsiz bir din bilimcinin gözlüğü ile bakamayız. Sevgili Peygamberimiz ve sahabelerine ait hatıraları yâd etmek, okumak, anlatmak, dinlemek hüzünlendirir bizi. Taif deyince yüreğimiz yanar. Uhud, ciğerimizi delip geçen bir mızraktır. Mus’ab, ağlayan gökler kanayan toprak... Ve başımıza, Kâinatın Efendisi’nin vefatından daha büyük bir musibet gelmemiştir.
Ağlayanımız da çok olur bizim, gülmekten utananımız da... Fakat mü’minler ve Müslümanlar olarak gözyaşı dökmek ve hüzünlenmek için ne kadar sebebimiz varsa mutlu olmak ve neşelenmek için de o kadar sebebimiz vardır... Her iki cihanda da en büyük neşe ve mutluluk kaynağımız, Rasûlullah Efendimiz (sav) ve onun varlığı ile bir “Saadet Asrı”na çevrilen günler, aylar ve yıllardır çünkü. Ama tıpkı hüznümüz gibi, neşe ve mutluluğumuz da dünyaya ve dünyanın işlerine ait fani, gelip geçici, uçup kaybolucu, anlık ve azıcık bir zamanlık neşe ve mutluluklara benzemez. Peygamber sevdasından, sahabe sevgisinden, İslam ve Kur’ân davasından kaynaklanan, ilahî bir neşe ve mutluluktur bizimkisi. Gerek çocuklar için gerekse büyükler için yazılan siyer kitaplarında bu imanî neşeyi de hissettirmek gibi bir çaba neredeyse hiç yok. Oysa, olmalı...
Son olarak şunu da belirtmek isterim: Bir mü’minin, hayırlı bir hizmet hakkında konuşurken dile getirmeye kendini mecbur bildiği tenkitvari sözleri, elbette tahrip değil tashih amaçlı olmalıdır. Ben bu niyetle konuştuğumu zannediyorum, böyle de değerlendirilmeyi ümit ederim...