Medine’yi şereflendiren kutlu misafiri ziyarete gelmişlerdi. O’nun “Allah’ın Rasûlü” olduğuna inanmışlar, yüreklerinde yeni filizlenen bu imanın heyecanı ile bağlılık yemini etmişlerdi: “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’a hiçbir şekilde ortak koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendi uydurduğumuz bir iftira ile hiç kimseyi suçlamayacağımıza, iyiliklerde sana karşı gelmeyeceğimize dair sana söz veriyoruz.”[1] Gruplar halinde kendisiyle tanışmaya gelen kadınların biatini gönülden kabul etmişti Hz. Peygamber. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla, hürüyle kölesiyle kendisine geleni asla geri çevirmezdi ki…
Bir peygambere iman etmek demek; aklını ve gönlünü, dününü ve bugününü, değerlerini ve kültürünü onun öğrettiği yeni dinin süzgecinden geçirmek demekti. Alışkanlıklar ıslah edilecek, zihniyetler değişecek, güzellikler sürdürülürken yanlışlardan vazgeçilecekti. Bu sonbahar Medine, vahyin rehberliğinde yepyeni hayatlar inşa edildiğine şahit olacaktı. Elbette böyle bir inşaya girişince, emirleri duymak, yasakları öğrenmek, kısacası “eğitimden geçmek” gerekti. İşte bu yüzden Rasûlullah (sav) ilk iş olarak şehirde bir mescit inşa edilmesini istemişti. Eğitimin, ibadetin, siyasetin, her haliyle ve her anıyla hayatın merkezi olacak bir mescit: Mescid-i Nebevî…
Bu mescitte başlamıştı kadın ile cami arasındaki ilişki. Peygamberlerini görerek örnek alabilmeyi, konuşmalarını dinleyerek dini öğrenebilmeyi, O’na sorular sorup hediyeler sunabilmeyi ve arkasında saf tutup ibadetin lezzetine ermeyi dileyen kadınlar, Mescid-i Nebevî’nin daimî cemaati arasındaki yerlerini almışlardı. Son Peygamber “Ben ancak bir öğretmen olarak gönderildim” buyuruyordu.[2] O’nun tebliği, cinsiyet gözetmeksizin toplumun bütün bireylerini muhatap alıyor, dolayısıyla tebliğin vazgeçilmez mekânı olan mescit herkesi kucaklıyordu. Mescidin bir araya getiren, kaynaştıran ve barıştıran gücü sayesinde Medine halkı artık daha huzurluydu.
Peygamberimiz’i bağrına basan ve İslam’ı dokusuna sindiren bu şehirde mahalleler, sokaklar, evler ve eşler muhteşem bir bütünün parçaları olarak aynı kaynaktan beslenmekteydi. Bir tarafta “kendini helâk edercesine”[3] onlar için gayret gösteren bir Peygamber, diğer tarafta da “sanki başlarına bir kuş konmuş gibi”[4] hürmet ve itina ile O’nu dinleyen sahâbîler… Bu “dinleme ve dönüşme” seferberliğinden hiç kimsenin mahrum edilmemesi içindir ki, Allah Rasûlü (sav) “Allah’ın kadın kullarının Allah’ın mescitlerine gelmelerine engel olmayın” buyurmuştu.[5] Doğrusu nebevî mesaj son derece netti: Kadın da erkek gibi Allah’ın kuluydu. Kul Allah’ın, mescit Allah’ın… Aralarına girmeye kim cüret edebilirdi! Tabii ki anne-baba-çocuk aynı ezana icabet edecek; aynı tekbirin coşkusunu, aynı kıraatin huzurunu ve aynı nasihatin etkisini ruhunda hissedecek; ailece birliğe ve dirliğe erecekti. Oysa aradan geçen asırlar boyunca kadınları ve yanlarında getirdikleri yavrularını mescitten uzaklaştıran zihniyet, “ailenin tek ferdine hizmet veren bir cami” modeliyle bu bütünlük şuurunu ne çok zedeledi.
Evet, cemaatinden kadınları uzaklaştırmamış, arkasında namaz kılma şerefinden, sohbetini dinleme zevkinden onları mahrum etmemişti Peygamberimiz. Hatta iş güç sebebiyle diledikleri kadar camide bulunamadıklarından şikâyet eden hanımlar, “Yâ Rasûlullah! Senin sözlerinden hep erkekler faydalanıyor. Bize de özel bir gün belirlesen, o gün sana gelsek de Allah’ın sana öğrettiğinden bize de öğretsen” şeklinde ricada bulununca, kararlaştırdıkları zaman ve mekânlarda onlara özel dersler vermişti.[6] Çünkü Allah Rasûlü (sav), kadına emek vermenin sadece bir Müslümanı yetiştirmek değil, aynı zamanda bir nesli eğitmek anlamına geldiğini biliyordu. Annesinin kucağında camiyle tanışan taze bir canın, olgunluğa doğru attığı her adımda bu tanışmanın izlerini taşıyacağını farkındaydı. İşte bu yüzden “Uzun uzun kıldırma isteğiyle namaza başlıyorum ki o esnada bir çocuk ağlaması işitiyorum. Annesinin onun ağlamasından dolayı sıkıntıya düşeceğini bildiğimden namazı kısa tutuyorum” diyordu.[7] Anne orada olmalıydı. Zihnini ve gönlünü mescitte terbiye etmeliydi. İyiyi, doğruyu, hakikati öğrenmeli, evlâdına da öğretmeliydi. Oysa camide verilen kıymetli vaazlardan, hutbelerden, ders halkalarından kadınları uzaklaştıran zihniyet, onları cehaletin kucağına, hurafe ve bâtıl inanışların kör kuyusuna nasıl da terk etti.
Peygamber mescidi, Müslüman toplumun bütün kodlarını içinde barındıran bir çekirdek gibiydi. Peygamber Efendimiz orada cemaate imamlık yapar, kendisine danışmaya gelenleri dinler, davalara dair kararlar verir, resmî heyetleri kabul eder, çocuklara isim koyup dua eder, folklorik gösterileri izler, şehrin sorunları hakkında konuşmalar yapardı. Dolayısıyla O, kadınları sadece ibadete değil, sosyal hayatın aktığı en canlı ortamda “var olmaya” davet ediyordu. Kimi zaman karanlıkta evden çıkmayı gerektirse de bu var oluşu engellememeleri için erkekleri uyarıyor, “Hanımlarınız geceleyin mescide gitmek için sizden izin istediğinde onlara izin verin” buyuruyordu.[8] Böyle bir nebevî ikaz hemen uygulama alanına yansıyor, Hz. Âişe’nin ifadesiyle, “İnanan kadınlar örtülerine bürünerek Rasûlullah ile beraber sabah namazına katılıyor, namazı eda ettikten sonra da evlerine dönüyorlardı da henüz ortalık alaca karanlık olduğundan dolayı kimse onları tanıyamıyordu.” [9]
Hanım sahâbîler vakit namazlarının yanı sıra Müslümanların haftalık buluşması anlamına gelen cuma namazlarında da cemaatin arasındaydılar. Resûl-i Ekrem (sav)’in cuma hutbelerini öyle düzenli takip edenler vardı ki, mesela Ümmü Hişâm bnt. Hârise “Ben Kâf suresini Rasûlullah’ın dilinden dinleyerek öğrendim. Bu sureyi her cuma hutbe irad ederken minberde okurdu” diyordu.[10]
Ve ilâhî rahmetin yılda iki defa bir başka güzellikte tecelli ettiği bayram namazları… Ramazan ve Kurban Bayramlarının sabahında dualarla arınan, affa nail olan saflar… Peygamber Efendimiz bu nadide zamanlarda da kadınların cemaatle birlikte saf tutmasını ısrarla istiyor, genciyle yaşlısıyla, bekârıyla hatta âdetli olduğu için namaz kılamayacak durumda olanıyla bütün kadınların bayram sabahı namazgâha gelmesini emrediyordu. Âdetliler namaz kılanların biraz gerisinde duracak ama onlarla birlikte tekbir getirecek, dualara ortak olacak, bereketten nasibini alacaktı.[11] Üzerine alacak bir örtüsü olmadığı için namaza katılamayacağını ifade eden bir hanıma, arkadaşından ödünç şal alarak gelmesini söyleyen Allah Rasûlü (sav)[12] kadınıyla erkeğiyle içinde yaşadığı toplumun “insanına” değer verdiğini daha nasıl anlatabilirdi?
İnsan olmakla, yeryüzünün şerefli halifesi kılınmakla bizatihi değerli olan bir kadının Allah’ın mescitlerinde kıbleye dönüp alnını secdeye koymaktan, huşu ve tefekkürle hutbeyi dinleyip irfanla buluşmaktan daha doğal bir hakkı olabilir mi?
“Hanımlar çocuklarınıza sahip çıkın! Mümkünse onları da alıp mescitten çıkın!” mantığı ile hareket eden kalabalıkların, Rasûl-i Ekrem (sav)’in sünnetine uygun davrandığı söylenebilir mi?
Zaman aktı. Algılar değişti. Olumsuz yargılar perçinlendi. Rasûlullah (sav)’ın sünnetini tatlı bir hatıra gibi yâd eden diller, onunla çelişen yasaklar koyar oldu. Kadınlarımız ve çocuklarımız mescitlerden soyutlandı.
Ailelerine cami adabını ve cemaatle namazın kurallarını öğretmeyenler, “Huzuru bozuyorlar, ibadetin tadını kaçırıyorlar!” diye yanlış davranışlarını bahane ederek onları dışarıda bırakabilir mi?
Rahatsızlığa sebebiyet vermemeleri için erkekleri namazın bitişinde bir süre oturtup mescitten önce hanımların çıkmasını sağlayan[13] bir Peygamber’in nezaketi neden bu kadar uzağımızda kaldı?
Ve rahatsızlığa sebebiyet vermemeleri için kadınlara güzel kokular sürmeden camiye gelmelerini tembihleyen[14] bir Peygamber’in feraseti niçin bu kadar çabuk unutuldu?
Zaman aktı. Algılar değişti. Olumsuz yargılar perçinlendi. Rasûlullah (sav)’ın sünnetini tatlı bir hatıra gibi yâd eden diller, onunla çelişen yasaklar koyar oldu. Kadınlarımız ve çocuklarımız mescitlerden soyutlandı. Ailemiz aynı kubbe altında ibadet etme şansına kavuşabilmek için teravihi beklemekten yoruldu. Gözyaşına ve cıvıltıya hasret kalan camilerimiz ıssızlaştı. Fitneyle başlayan uzun söylemler asırlarımıza mal oldu.
Oysa bir sonbahar Medine’de cemaate devam eden kadınlardan biri olan Âtike bnt. Zeyd, sabah ve yatsı namazlarını dahi Allah Rasûlü (sav)’nün arkasında kılıyordu. Eşi Hz. Ömer buna razı olmadığını söylüyor,[15] Âtike’nin camiye devamına şaşıranlar, “Ömer’in bundan hoşlanmadığını ve seni başkalarından kıskandığını bildiğin hâlde neden geliyorsun?” diye soruyordu. Bu Medineli hanımefendinin cevabı şöyleydi: “Onu Allah Rasûlü (sav)’nün ‘Allah’ın kadın kullarının mescide gitmelerine engel olmayın’ sözü alıkoyuyor.”[16]
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da bir gün oğullarına Rasûlullah (sav)’ın aynı cümlelerini aktarıyordu. Bir oğlu kalkıp “Vallahi onları engelleriz!” diye yemin ederek karşı çıkıyor, Resûl-i Ekrem (sav)’e bu kadar yakın bir ailenin evlâdı bile, kadının fitne çıkarmak için kullanacağı kaygısını taşıyarak bu izni yok sayabiliyordu.[17] Oysa sakin bir insan olmasına rağmen o zamana kadar duyulmamış biçimde ağır sözlerle oğlunu azarlayan babasının cevabı, sadece ona değil, bugünün Müslümanına da ders olacak nitelikteydi: “Ben sana Allah’ın Peygamber’i şöyle buyurdu diyorum, sen hâlâ ‘Biz onlara müsaade etmeyiz’ diyorsun!”[18]
1. Nesâî, Biat, 18.
2. Dârimî, Mukaddime, 32.
3. Kehf 18/6.
4. İbn Hanbel, IV/278.
5. Buhârî, Cuma, 13.
6. Buhârî, İ’tisâm, 9.
7. Buhârî, Ezan, 65.
8. Buhârî, Ezan, 162.
9. Buhârî, Mevâkît, 27.
10. Müslim, Cuma, 52.
11. Müslim, Salâtü’l-îdeyn, 11.
12. Buhârî, Salât, 2.
13. Buhârî, Ezan, 152.
14. Ebû Dâvûd, Salât, 52.
15. Muvatta’, Kıble, 6.
16. Buhârî, Cuma, 13.
17. Müslim, Salât, 138.
18. Müslim, Salât, 135.