Prof. Dr. Hayrettin Kara ile Oruç Psikolojisi Üzerine

09 Temmuz 2017

Normalde yemeği 1-2 saat geciktirsek hemen sabırsızlanırız. Ramazan’da ise 16-18 saat oruç tutmamıza karşın daha dirayetli davranıyoruz. Bunun psikolojik altyapısı nedir, hangi motivasyonla açlık direncimiz yükseliyor Ramazan’da?

Eğer ibadetleri konuşacaksak, başlangıçta kendime ve size bir şeyi hatırlatmam gerekiyor. Din üzerine konuşurken dinî olanı psikolojik alana ya da fizyolojik, sosyolojik alana indirgememek gerekir. Dinle ilgili başka alanlardan bakarak yapılan konuşmalarda genel olarak böyle bir problem olduğunu düşünüyorum. Bu tutum dinî olanın kendine özgü doğasını gözden kaçırma riskini ortaya çıkarır. Anlamak istediğimiz bir olguyu öncelikle kendi varoluşsal alanı içinde anlamaya, kavramaya çalışmamız gerekir. Mesela orucun fizyolojik ya da psikolojik değerlendirmesini yapmadan önce onun dinî bağlam içindeki anlamını kavramam gerekir. Aksi takdirde orucun gerçek özünü gözden kaçırabiliriz. Eğer ben bir psikiyatrist olarak orucun psikolojik yönlerinin neler olabileceğini merak ediyorsam önce onun gerçekten ne olduğunu, dinî anlamda ne olduğunu araştırmam gerek. Araştırmanın yapılacağı yer de dinin kendi kaynaklarıdır.  Oruca ilişkin Kur’ân şöyle der: "Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz." (Bakara, 183) Demek ki dini bağlamda insanın korunması gereken bir şeyler var ve oruç da bu korunmayı sağlıyor. Oruç bir korunma aracı. O halde orucu anlamak istiyorsam öncelikle Kur’ân’ da korunmadan kastedilen şeyin ne olduğunu bilmem öğrenmem lazım. Ancak bu alanı netleştirdikten sonra kendi alanımdan psikiyatri veya psikolojinin alanından bakmaya çalışabilirim. Yöntem olarak böyle bir yol izlemeliyiz ki ayağımız yere sağlam bassın.

Bu korunmanın içeriği nedir, neden korunmamız gerekir?

Korunma deyince, ilk elde aklımıza dışsal tehditler gelir: Düşmanlardan korunmaya çalışırız, hastalıklardan, doğal afetlerden korunmaya çalışırız. Korunulması gereken tehdidi hep dışardan gelecekmiş gibi algılarız. Peki, Kur’ân’da “korunmak”tan bu dışsal tehditler mi kastediliyor? Öyle gibi görünmüyor. Kur’ân’daki bir ayeti yine Kur’ân’daki diğer ayetlerle açıklamaya çalışmak iyi bir yol. Şems suresindeki ayetlerin Kur’ân’ın hem korunulması gerekenden neyi kastettiğini hem de insanın psikolojik doğasına nasıl baktığını çok özlü olarak anlattığını düşünüyorum. “Her bir nefse ve onu düzenleyene sonra da ona hem kötülüğü (fücur), hem korunmayı (takva) ilham edene and olsun ki…” (Şems,7-8) Bu ayette insan doğasının ikili yapısından, insanda var olan iki potansiyel nitelikten bahsediliyor. Fücur ve takva. Peki, fücur nedir? İnsanın tahrip edici, yıkıcı olabilecek içsel güçleri. Fücur hep olumsuz anlamlarda kullanılıyor ama benim kanaatim burada salt kötü olandan daha çok kolayca yıkıcı olabilecek bir enerjiye, bir güce vurgu yapılıyor. Mesela şehvet salt kötü bir güç değildir, şehvet ya da gazabın belirli bir oranda insanda bulunması gerekir. Bunlar salt olumsuz değil ama kolayca tahrip etmeye yönelebilen güçlerdir. Takvadan kastedilen de fücurun yıkıcılığından korunmayı sağlayan niteliktir. İnsana özgü bir bilinçlilik, farkındalık, niyetlilik durumu. Dolayısıyla insanın oruç ile korunması umulan tehdit dışsal değil içseldir. Yani insanın başka bir şeyden değil kendinden korunması gibi bir anlam çıkıyor. O zaman aslında oruç tutmak, kendini tutmak anlamına geliyor. Oruç, insanın içindeki yıkıcı potansiyelleri denetleyebilir.

Orucun sadece bireysel bir yanı yok, toplumsal bir yanı da var. Son yıllarda oruç tutanlarla tutmayanlar arasında “Bana saygı duy, benim karşımda içiyor” türünden tartışmalar çıktığına şahit olabiliyoruz. Oruç kendimizi tutmak, kendimizi korumak üzerine inşa edilmiş bir ibadet olmasına rağmen toplumsal olarak niçin bu tür gerilimlere yol açıyor?

Her birimizin hadiselere bakma biçimi vardır. Ben kendi bakışımda bireysel olanı biraz daha öncelerim. Elbette insan toplumsal bir varlıktır, insan ilişki içinde var olan bir varlıktır, ilişkiseldir. Psikolojik olarak baktığımda da dinin muradını anlamaya çalıştığımda da öncelikli olarak bireysel düzeyden bir kavrayış geliştirmemiz gerekiyor. Dinin oruçtan muradı insandaki yıkıcı güçlerin denetlenmesini sağlamaksa bahsettiğiniz tarzdaki tutumlar dinin özünden uzaklaşma anlamına geliyor.

İnsan için en önemli sorunlardan birisi tekrardır. Tekrar yok edici bir şeydir, ölüm gibidir, duyarlılığımızı yok eder. Bu açıdan bakıldığında oruç, gerçekten ilginç bir şekilde insanı tekrardan, tekrarın o çarkından kurtarır. Düşünsenize oruç tutmasak ne olacaktı, bu ay da diğer on bir ayın tekrar eden genel ritmi içinde geçip gidecekti. Ne acıkmaya vaktimiz olacaktı ne sorgulamaya. Ama Ramazan gelir uyarıcı bir dost gibi der  “Ey Hayrettin; şu haline,  kendine bir bak, tekrarın içinde çürüyüp gidiyorsun.”

Bir de fiziksel olarak en zorlayanı olmasına rağmen orucun diğer farz ibadetlere nazaran çok daha yaygın uygulandığını görüyoruz. Bu ilgimizin sebepleri neler olabilir?

Bu çok ilginç gerçekten. Oruç gerçekten zahmetli bir ibadet. Yani yaz günü, Temmuzun sıcağında 16-18 saat susuz, aç, tütün-çay gibi bağımlılıklarımızdan uzak duruyoruz, buna razı oluyoruz. Basit gibi görünüyor ama çok ilginç. Bunun insanda var olan bir arka plan bilinciyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Bir defa oruç tutan birisi şunu kabul etmiş oluyor: Ben, doğası sınırlanması gereken bir varlığım. Yani oruç tutmak insanın kendi benliği nefsi hakkında bir farkındalık, bir bilinçlilik durumudur. Kişi içsel olarak sınırlandırılması gerektiğini kabul etmeli ki oruç tutsun. Sınırlanmam gerekiyor diyor bir insan, bu çok hoş bir şey bence. Ama bu farkındalığın -buna takva da diyebiliriz- geliştirilmesi gerekiyor. Oruç tutan kişi, ben kendi içimdeki düşmana karşı mücadele edeceğim diyor. Kendimle uğraşacağım, bir başkasıyla değil diyor. Oruç tutarken bir başkasının oruç tutup tutmamasıyla ilgilenmemesi gerekiyor.

Niye ilgileniyor peki?

Çünkü bu bilinçlilik hali yeterince gelişmemiş. Din oruç tutana, oruç tutarken diğer yandan başkalarının da oruç tutup tutmadığını gözet, onlara müdahale et demiyor ki! Sen kendinle uğraş diyor, benim anladığım bu. Bunun basit psikolojik ve sosyolojik izahları yapılabilir. Dinî anlamda bakıldığında başkasına karışan birinin asla istenen şeyle uğraşmadığı görülür. Ancak insan hürmet bekleyebilir. Nasıl yoksunluk içindeki birinin yanında keyif alıcı bir etkinlik yapmanız hoş karşılanmaz ya, oruç tutan birisinin yanında diğerinin bir şey yiyip içmemesi de böyle bir inceliktir. Ama diğerinin incelik göstermemesi oruç tutana kabalaşma hakkı vermez.

Diyelim ki oruç diye bir ibadet yok. O zaman hayatımızdan eksilen şey ne olurdu?

İnsan için en önemli sorunlardan birisi tekrardır. Tekrar yok edici bir şeydir, ölüm gibidir, duyarlılığımızı yok eder. Bu açıdan bakıldığında oruç, gerçekten ilginç bir şekilde insanı tekrardan, tekrarın o çarkından kurtarır. Düşünsenize oruç tutmasak ne olacaktı, bu ay da diğer on bir ayın tekrar eden genel ritmi içinde geçip gidecekti. Ne acıkmaya vaktimiz olacaktı ne sorgulamaya. Ama Ramazan gelir uyarıcı bir dost gibi der  “Ey Hayrettin; şu haline,  kendine bir bak, tekrarın içinde çürüyüp gidiyorsun.” Tekrar, insan zihninde bir yanılsama oluşturur, her şey hep böyle sürüp gidecek diye. Oruç bu tekrar çarkına çomak sokarak insanı bu yanılsamadan kurtarır. Geçenlerde ortaokullu Esra’ya sormuştum, sence neden oruç tutuyoruz diye. O da “yediğimiz içtiğimiz şeylerin kıymetini bilmemiz bir de diğer insanların halini anlayabilmemiz için” diyerek cevap vermişti. Yiyecek ve içeceklerin kıymetini ancak engellenirsek anlayabiliriz. Oruç da bir engellenmedir kişinin bizzat kendini engellemesi. Engellenmeden suyun tadına asla varamayız. Bir ömür boyu gerçekten su içmeden su içip durmuş olabiliriz. Ama temmuz sıcağında oruç tutan birisi suyu içer. Tekrarın, döngünün bozulması insan için çok yönlü gerekli bir şey. Ben kişisel olarak oruç diye bir ibadetin olmadığı bir insanlık durumunu asla düşünemem.

Bazı insanlarda, psikolojik sorunları olanlara “Kur’ân oku, o sana iyi gelir” ya da “Namaz kılmıyorsun, o yüzden oluyor” deme alışkanlığı var. Bunun üzerinden şu soruyu sormak istiyorum: İbadetler, inanç, Kur’ân… Bunlar insan psikolojisini yüzde yüz düzelten ya da rayında tutan olgular mıdır?

Bu tür düşüncelerin yeterince bilgili olmamakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Dini de, tıbbı da, insanı da yeterince bilmemekle ilgili. Bir şeyi kendi bağlamı içerisinde anlayamazsak bu tür yanlış bağlantılar kurarız. Eğer birisi “hastalıklarının iyileşmesi için namaz kıl” diyorsa sormak gerek Allah namazı bedensel ya da psikiyatrik hastalıklar iyileşsin diye mi emrediyor? Namazdan murat ne? Kur’ân şifa verenin Allah olduğunu söyler. Ama şifa verenin Allah olduğuna inanmak ayrı bir şey, şifanın vesilesinin ibadet yapıp yapmama olduğuna inanmak ayrı bir şey. Hani Sünnetullah diye bir kavram vardır, hayat o Sünnetullah’ın içinde cereyan eder. Eğer öyle ise bedenle ilgili bir sorunda beden ilmi ne diyorsa onu yapmak gerek. Ayrıca şu da var, tıp başka bir tanrının ilmi mi? Bütün ilimler Allah’ın ilminin bir yansıması, tıp ilmi de bu ilmin bir parçası. Tedavi için tıp ilminin gereğini yapan birisinin diğer yandan hastalığının iyileşmesi için Şâfi olan Allah’tan namaz ve dua ile şifa talep etmesi de son derece sağlıklı bir tutumdur. Bu konuda bir de  “imanlı dindar insanların psikiyatrik hastalıklara duçar olmayacağı” şeklinde yanlış bir inanış var. Pekâlâ dindar bir insan da depresyona girebilir, panik atak geçirebilir. Maalesef bu yanlış inanıştan dolayı insanlar hasta olduklarında imanlarını sorguluyorlar. Bu psikolojik sorunlar sanki iman zafiyetinden ortaya çıkıyormuş gibi. Bilgisizlikten dolayı insanlar kendilerini boş yere çok üzüyor, çok hırpalıyorlar. Dindar bir insan kendi kendini yersizce suçlayıp duruyorken bir de yakınları tarafından sorgulanınca sorun iyice karmaşıklaşıyor. “Ya sen nasıl dindarsın, inanan bir insan böyle olur mu” diyorlar.  Eh, olur tabi.

Çaput bağlayarak bir şeylerin değişmesini beklemek, insanın aslında kendi içindeki sorunları görmeyip, görmek istemeyip, dışsallaştırmasıyla ilgili. İnsanların kendi psikolojilerinden kaynaklanan sorunları büyüye, cinlere atfetmesi de benzeri bir sorun. Hâlbuki daha doğru baksalar bunun kendileriyle ilgili bir sorun olduğunu anlayacaklar. “Büyü yapıldı” ya da “cinler musallat oldu” dendiği zaman ne oluyor; sorun dışsal bir nedene atfedilmiş ve sorunun kişiyle ilgili yönleri görmezden gelinmiş oluyor. Yani kişi yaşanan sorunla ilgili sorumluluktan kurtulmuş oluyor. Doğrusu oldukça konforlu bir durum!

O halde dünyevi ve psikolojik sıkıntılara çare bulmak için türbelere gidip çaput bağlama, muska yazdırma gibi şeylere meyletmek de bir bilgi sorunu diyebilir miyiz?

Elbette diyebiliriz. Bir insanın sevdiği hürmet ettiği insanların kabrine onları gönülden anmak yad etmek için gitmesine kim ne diyebilir ki. Ama çaput bağlayarak bir şeylerin değişmesini beklemek, insanın aslında kendi içindeki sorunları görmeyip, görmek istemeyip, dışsallaştırmasıyla ilgili. İnsanların kendi psikolojilerinden kaynaklanan sorunları büyüye, cinlere atfetmesi de benzeri bir sorun. Hâlbuki daha doğru baksalar bunun kendileriyle ilgili bir sorun olduğunu anlayacaklar. “Büyü yapıldı” ya da “cinler musallat oldu” dendiği zaman ne oluyor; sorun dışsal bir nedene atfedilmiş ve sorunun kişiyle ilgili yönleri görmezden gelinmiş oluyor. Yani kişi yaşanan sorunla ilgili sorumluluktan kurtulmuş oluyor. Doğrusu oldukça konforlu bir durum! Ne güzel her şey dışarıdan! Halbuki din, insanın sorunu kendi içinde görmesini ister. Her şey insanın içindedir; dostu da düşmanı da. Bunu dışsallaştırdığı zaman, dostunu da düşmanını da dışarıda aradığı zaman insan kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı yaşayacaktır.