Ramazan, insana insanlığını hatırlatan mübarek ay… Bu ayda, oruçsuz zamanların nefiste oyduğu boşluklar onarılır, tökezleyen irade düştüğü yerden kaldırılır, tozu toprağı silkelenip samimiyetle kucaklanır. İnsan olmanın ayrıcalığı tekrar tecrübe edilir.
Ramazanla, orucu oruç yapan o “kendini tutma”, kalıptan kalbe ilerleyen bir yolculuğa başlar. Bu yolculukta her yeni gün yeni bir etap demektir ve her etabın sonu kendi sevinci ve heyecanıyla birlikte gelir: “Oruçlu için iki sevinç anı vardır: Biri, orucu açtığı anki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu anki sevincidir.” (Buhârî, Savm, 9) hadisinde vurgulanan sevinç salt yeme içme engelinin kalkmasının çok ötesinde, bedeni kadar nefsine de hâkim olabilen oruçluların haklı gururundan kaynaklanır. Kendine rağmen Rabbine yönelebilme mücadelesini kazanmanın gururu.
Oruçla her gün yeniden bilenir irade. Kimi zaman ilk defa karşılaştığımız, kimi zaman iç dünyamızdaki gayyalardan kopup gelen zaaflarımıza karşı girişilen her mücadele, bizi bir basamak yukarı taşır insanlık merdiveninde. Çivi çiviyi söker misali derine kök salan yanlışlar ancak güçlü, kararlı ve etkili bir yöntemle bertaraf edilebilir. Bu yöntem, bugünler için orucun ta kendisidir.
Bu içsel yolculuk herkes için biriciktir, kişiye özeldir. İç dünyamızın kuytu köşelerinden karşımıza neyin çıkacağını bilemediğimiz sürprizler barındırır içinde. En zor olan ise, ta derinlerimize yerleştiği için zaman içerisinde kendisiyle aynileştiğimiz zaaflarımızla yüzleşmektir. Adil olup kendimize bir projektör tutabilirsek anormalle normalin sınırlarını geçişken kılan tüm deforme alanlarımızla yüzleşebilir; duygu, düşünce ve davranışlarımızdaki sapmaları tekrar onarma şansı bulabiliriz.
Tevbe Suresi 112. ayette müminlerin özellikleri sayılırken çoğu mütercim tarafından “oruç tutanlar” olarak tercüme edilen “es-sâihun” kelimesinin sözlükte “seyahat edenler” anlamına gelmesi manidar değil mi? “Bunlar, tövbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû' ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Müminleri müjdele.” Yola çıkma, yola girme, yolda kalma mevsimi olarak Ramazan seyahat ayıdır.
Her türlü iyiliğin kolaylaştığı mevsimdir Ramazan. Dini hükümlerde korunması amaçlanan esaslardan biri olan “canı muhafaza”, kendini günahtan ve yanlıştan korumak ve kendine karşı hayırhah olmak olarak da anlaşılabilir. Hep başkalarına yapılacak hayırlara odaklanılan bu iyilik mevsiminde kendi nefsinin hakkını da teslim etmeli, kendine de iyilik yapmalı insan.
Nasıl mı? Yapılacak hayırların etkisini artıracak özü özümseyerek mesela. Törpülenecek pürüzleri Peygamber Efendimiz’in yolunu yol edinerek mesela.
Maksadımızı bir örnekle somutlaştıralım. Hz. Peygamber’in tevazuu kaynaklarda anlatılırken temel özellikleri şöyle sıralanır:
“Cenab-ı Hak katındaki yüce mevkiine rağmen o insanların en alçakgönüllü olanıydı. Kibri yoktu, büyüklenmezdi. Böyle olduğu için de merkebe biner, terkisine adam alırdı.”
Statü belirleyici olarak görülebilen deve yerine zaman zaman alelade bir binite binmekte mahzur görmezdi. Böyle davranarak insana değer verenin kullandığı eşya ve meta olmadığını gösterirdi. İnsanın savını güçlendiren bir yaşantı sürmesinin kendi iç tutarlılığında ve sözün etkisini artırmadaki rolünün farkındaydı. En masum niyetle “gösteriş yapıyor” denmesinden korkup gizli yerlerde değil, tam aksine insanlara fikir ve cesaret verecek şekilde halkın arasında “iyi” olmayı sürdürüyordu. Böylece ahlaki değerlerin kamusal alanda yaşanması gerektiğini de göstermiş oluyordu.
Sadece merkebe bindiğinde değil, başka hayvanlara bindiğinde de zaman zaman terkisine birilerini bindirmekten, onlarla yol arkadaşı olmaktan, bu kısa anlarda da onlara bir şeyler öğretmekten zevk alırdı. Öyle, insanların yaklaşmaya bile cesaret edemedikleri, binmeyi hiç hayal edemedikleri bir özel aracı yoktu yani.
“Yoksulları ziyaret eder, fakirlerle birlikte otururdu. Kölelerin davetlerine icabet ederdi.”
Davet etmek, davetlere icabet etmek için makam, mevki ve menfaat odaklı yaklaşımdan uzaktı. Saygınlık için ulaşılamazlık zırhına ihtiyacı yoktu. İnsanlara verilecek destek ve moralin sadece maddi yardımla değil, zaman zaman aynı ortamı paylaşmakla da gerçekleşebileceğini biliyordu. Yok sayılmanın, göz ardı edilip küçümsenmenin ruhlarda oluşturacağı tahribatın elden geldiğince o ruhlara dokunarak önlenebileceğini biliyordu. Bunu da “din kardeşleri”nin kendi üzerindeki hakkının teslimi olarak görür, lütufta bulunmak olarak değil, sorumluluğu yerine getirmek olarak alırdı.
“Sahabenin arasına karışır, bir mecliste kimseyi rahatsız etmeden uçtaki boş bir yere otururdu.” (Kadı İyad, Eş-şifa, 1/101)
Kendisini tanımayan biri O’nun peygamber olduğunu başkaları söylemedikçe anlayamazdı. Kendi kardeşleri yani müminler arasındaydı bu alçakgönüllülük. (İslam düşmanları karşısındaki azameti ve izzeti ise insana kendine ve inancına nasıl güvenmesi gerektiğini öğretir.) İşte size tam da ihtiyacımız olan husus. Bugünler ise pratik yapma fırsatı… Başkalarına varlığımızdan vereceklerimizin şekli, niteliği bizim kendimize verebileceklerimizin niteliğini belirleyecek. Veren elin hayırlı olduğuna itikadımız tam. Yeter ki veren eli de ihmal etmeyelim.
Fazla söze ne hacet… İşte hepimize bu Ramazan için kısa bir yol haritası…