“Sâd. Düşün öğüt ve uyarılarla dolu olan bu Kur’ân'ı! Ama hakikati inkâra şartlanmış olanlar, boş gurura kapılmış ve bu sebeple doğru yolu bırakıp yanlış ve eğri yollara sapmışlardır.
Onlardan önce kaç nesli bu günahlarından dolayı yok ettik! Ve artık kaçmalarının mümkün olmadığını anladıklarında nasıl yalvarıyorlardı Bize!
Şimdi bu insanlar aralarından bir uyarıcının çıkmasına şaşmaktadırlar ve hakikati inkâr edenler şöyle diyorlar: “O sadece bir büyücü, bir yalancıdır! O, bütün ilahları reddedip bir tek ilah olduğunu mu iddia ediyor? Doğrusu, bu çok tuhaf bir şeydir!”
Liderleri öne atılır: “Pes etmeyin ve ilahlarınıza sımsıkı sarılmaya devam edin: yapılacak tek şey budur!”
Biz, yeni itikatların hiç birinde böyle bir iddia duymadık! Bu, fâni bir insanın uydurmasından başka bir şey değildir! Ne yani! İlahî uyarı, içimizden bir tek o'na mı indirildi?" Evet, onlar yalnız Benim uyarıma karşı şüphe içindeler. Evet, onlar henüz Benim azabımı tatmadılar.” (1-8)
Boş bir gurura kapıldı kimileri… Gururlu bir boşluk. Gururla yaşandığı iddia edilen, aldanışlarla doldurulabildiği sanılan bir boşluk. Alçacık bir gönülle yaşayacakken insanın ruhuna özellikle takılmış bir çelme. Dosdoğru olmayı öğrenebilsin diye. Kendi kalbinin ve aklının üstünde dimdik. Bir deneme zamanı. Yanılmanın da tam zamanı.
Keşke yanılmasa insan.
Fakat mümkünü yok. Sadece bütüne bütün bir yanılma olmaması bekleniyor. Hatalı olması son derece normal karşılanıyor. Fakat işte, hiç yoksa hatalarının farkına varmalı. Özür dilemeyi bilmeli. Bir kuru özür, alışılmış bir cümle olmamalı bu. Dil ucuyla değil, gönlün en dibinden söylenmeli. “Allah’ım!” diyecek, “Özür diliyorum. Değişmeliyim. Bu yaşadıklarım, bu yaptıklarım doğru değil, yakışmıyor bana, değişmeliyim. Bana bir tevbe, bir değişim atağı gerek. Kötüden iyiye, hep daha iyiye… İyiden bile daha, en iyiye değişmem gerek!” diyecek.
O vakit yanılma da hakikatli bir yanılma sayılır. Günah da âlimi dünyaya getiren bir zalim kadar en azından, saygıdeğer bir günah olur kimbilir...
Fakat yanılgıları ömür boyu sürüyor kimilerinin. Israr ediyor aynılığında. Bir inada bindiriyor ömrü. Koca bir hayatı baştan sona hata kılabilir mi bir insan? Koca bir ömür hiç değişmeden, değişmesi gerektiğini fark etmeden, öylece, “ben buyum” diyerek, böyle gelmişim” diyerek aynı, yerinde, hatasında sayabilir mi?
Çeldiricilere takılıp kalıyor, olmuyor işte. Servet, statü veya elde edilen maddi-manevi güç ve konumlar insana “sen üstünsün, başkasın, farklısın” duygusunu fısıldıyor ve günün birinde bu fısıltılar sahiden “ben üstünüm, başkayım, bambaşkayım, çok farklıyım” inancına dönüşüyor. Dönüp kendine bir bakıyor insan. Alçak bir gönülle kendi büyüklüğünde, ah o olağanüstü gücünde, farklılığında eziliyor. Kendine “tam inanıyor” insan. Özüne olan güven kontrolünü, geçici güç ve imkânlarına yaslanarak kaybediyor. Özünün özünü, gücünün, imkânlarının kaynağını, kendi sahibini, aslını unutuyor. Dünyevi olanla bir yol aldıktan, kendince kopacak kadar bir güç elde ettikten bir süre sonra kaynağını tanımazlıktan geliyor. Alkış alınca halktan, “uzaktan hayranı olan kitleler veya çok basit anlamda kendi yakın çevresi, imkânlarından yararlandırdığı yalan çevresi bile olabilir” çehre değişiyor. Omuzlar yerinden oynuyor. Üstün bir güce karşı sorumluluğun yerini dik başlılıklar, “bana kimse hesap soramazlar, ben yaptım oldular” alıyor.
Böyle oluyor.
Dönüp kendine inanıyor ve tutup bir güzel tapınmaya başlıyorsun. O noktadan sonra sözlerin doğru ve tartışılmaz oluyor. Eleştirilemez oluyorsun. Sorgulanamaz. Her söylediğin ve her yaptığın tam olarak ve doğru oluyor ve hikmetinden sual edilmeyen oluyorsun bu insan halinle. Gücünün sınırlarını zorlarken acziyetini, güçsüzlüğünü çok gerilerde bıraktığını sanıyorsun. Uzaktan alay ediyorsun geçmişteki güçsüzlüklerinle. Sonra da başlangıçta ne kadar güçsüz olduğuna şaşırmayı bırakıyorsun. Artık unutuyorsun o günleri. Siliyorsun belleğinden.
Sen hep güçlüydün. Anadan doğma böyleydin. Anadan ölme de böyle kalacaksın! Kalımlısın bu halinle. Yaptıklarına bakılırsa kesinlikle ölümsüzsün. Enim konum yerleşmene bakılırsa hiçbir yere gitmeyeceksin. Bu dünya senin. Söz senin. Emir senin…
Yarı ilahlaşıyorsun.
İçi boş bir gurura iyiden iyiye kapılmış oluyorsun.
Bir ruh hastalığına yakalanıyorsun.
Gelsin kibir o vakit. Unut: ‘kibir hakkı kabul etmeme ve başkalarını hor görme’ diyen Rasûl (as)’ü… Hatırlama şu halini yüzüne vuran hiçbir gerçeği! Sonradan görmesi ol dünyanın. Eline geçmiş olan güç ve konumların bir şımarığı da sen ol. Sen de şımar Nuh (as)’a şımaranlar ve eziyet verenler gibi, Ad topluluğu veya yakın tarihinde yozlaşmış halleriyle dünyayı, yaşadıkları ülkeyi, bölgeyi kan çanağına çeviren her toplum, soy, grup, kulüp gibi.
Önce eline geçen gücün, konumun geçici olarak eline geçmiş olduğu gerçeğini hiçe saymakla başla işe. Sonra gücün bir sınav olduğunu tamamen unut ve bu güçlülüğün, üstünlüğün kesinlikle daha fazla sorumluluk yüklediğini de göz ardı et.
Bir parça güç bile arkanı nasıl sağlam hissettirir bilirsin. Doğrulara karşı gelme cüretini göstermene nasıl gizliden destek olur.
Süper güçlere dayanmış olman, siyasi erkin yakını-tanıdığı olman, servetinin sınırsızlığı, bilinen iş dünyasının ileri geleni olman, bol etiketli, hafızanda çok isim-soyad bulundurman, telefonunun ünlü isimler tarafından aranıyor olması, çizdiğin imaj, sanatının eşsizliği, eserlerin, şiirlerinin eşsizliği, kitaplarının sayısı, o kimselerde olmadığını sandığın kalem gücün, fırça gücün, sesinin güzelliği, yeteneklerin… Bütün bu sana verilmiş üstünlükler, gizli açık, maddi manevi güçlerin seni sana nasıl hissettirir bilirsin. Aynı fısıltılar iyiden iyiye artar ve çevrendeki kalabalıklar da bu içindeki solo ya koro ile eşlik ederler.
“Sen farklısın! Başkasın! Bambaşka! Olağanüstüsün! Dünyanın gelmiş geçmiş…”
Bu arada seninle aynı konuma gelmiş olanları kıskanmayı ve onların seni geçmemeleri için elinden geleni ardına koymayı da sakın ihmal etmemelisin. Senden üstte olanlara şimdilik dokunamazsın belki, ama yerlerini alıncaya dek yardakçılık yapabilirsin. Senden altta olanlara ise muhakkak kibirlenmelisin.
Yarı ilahlık neredeyse böyle bir şeydir. Hakkı, hakikati gün geçtikçe reddederek gündelik hayatından, bakış açından, işinden yavaş yavaş çıkarırsın. Yanından, yakınından, aklından, kalbinden... Bir gün kendine sezdirmeden seyreltirsin. Birkaç ihmalde rahatsız olsan bile sonrasında eskisi kadar üzülmemeyi öğretirsin kendine. Aferin, daha önceki bütün duyarlılıklarını bir bir terk edebilme cesaretini göstermişsindir artık. Artık olmuşsundur. Rasyonel ve mantıklı olanı budur. Bu profesyonelce bir yaşam biçimidir. Yaşamın gerçeklerini sen de kavramışsındır herkes gibi. Nerede olduğunu bilmişsindir. Sonuçta burası dünyadır. Ahiret değil!
Yine de törenlerde tutuklu ve kontrollü bir şekilde ağırlar ve güya o değeri kaybetmediğini başkalarına ispatlamaya çalışırsın. O başkalarının başında vicdanın gelir. Çünkü artık vicdanınla da başkalaşmışsındır. İç sesin yabancıdır. Tanımadık ve bastırılmış bir ses. İşte oldu! Yapayalnızsın. Fakat güçlü!
Fakat sen yeni bir şey yapmıyorsun. Tarihi güncelliyorsun. Sadece bir tekrardan ibaretsin. Kesinlikle kendin değilsin. Bir taklitsin. İnkârın da tahkiki değil. Çoğu zaman imanın da...
Bilmelisin ki senden çok çok önce dünyaya yayıldığı ilk dönemlerde bile, daha başlangıçta, her şey, hayat ve güneş yeni başlamışken doğmaya bu mekâna, her şey ilk elden ve sıfırken bile insanlığını sergileyememişti insan. Nuh (as) koca bir sabır taşı gibi dikiliyor insanlık tarihinde; O’nun halkı da tıpkı senin gibi yapmıştı. Ad kavmi ve zamanın gökdelenlerini, modern mimarisini, ilkesiz, yoz uygarlığını inşa eden Firavunlar, hedonizmin zırvasını yakalamış Lut topluluğu da yaşamıştı bu dünyada. Senden önce, senin ülkende belki, yaşadığın şehirde ve belki aynı semtte hala…
“Daha önce Nûh kavmi, Âd kavmi ve sayısız direkler üstünde duran çadırların sahibi Firavun toplumu da hakikati yalanladılar Semûd kabilesi ve Lût kavmi ve Medyen'in yemyeşil vadilerinin sakinleri de aynı şekilde hakikati yalanlamışlardı: Onların tümü inkârda birleştiler. “Hepsi de elçileri yalanladılar ve bu nedenle cezamızı hak ettiler. Ve onları, [şimdi hakikati inkâr edenleri] tek bir [bela] çığlığı beklemektedir: o, bir an bile gecikmeyecektir.” (14-15)
Düşünürsen boş bir gururdur bu dünya. Bir aldanış işte her insanın düştüğü…
Sen Davud (as)’u, Süleyman (as)’ı, Eyyüb (as)’ü an. Analım. Bir törenle değil. Ne söylediklerini, nasıl yaşadıklarını, bir olaya nasıl bir yorum yaptıklarını bilerek analım. Onlar da insandı. Sen gibi. Ben gibi. İnsanlığı nasıl başardıklarını bilerek analım. Dostlukla…
Davud (as)’la dost olmak aldanmamayı başarmak olabilir. Kendisine armağan edildi bilirdi Davud as yeteneklerini ve üstün güçlerini. Güç ve konumuna rağmen hatasında ısrar etmemeyi öğretti insana. Adalet için! Koca kral Süleyman (as) da karıncayı, masum ve emekçi halk kitlelerini, güçsüzlüğü ezmeden, üzmeden yönetmeyi, gizemli veya açık güçlerin, yeteneklerin hepsini tam disiplinli bir ordu gibi hakikate hizmetkâr kılmayı, asıl bey, paşa, kral olmanın hakikate kul köle olmak olduğunu öğretti insanlığa.
Eyyüb (as)’ü de an. Zorla denendi. Zordu sorusu. Fakat asıl sağlıklı olan oydu.
Boş gurura kapılıp gitmemek için iyilerle arkadaş olmayı dene. Geçmişte adı İbrahim (as), İshak (as), Yakub (as), İsmail (as) olanlarla... Şimdilerde onların yollarını içtenlikle ve dürüstlükle tutanlarla dost ol.
“Biz onları arı duru bir düşünce aracılığıyla temizledik. Öteki dünyayı gözetme düşüncesiyle. Ve Bizim nezdimizde onlar gerçekten seçkin, hayırlı kimseler arasındaydılar.” (46-47)
O arı duru düşünce bu iki kapağın arasında aynı arılık ve durulukta senin için dalgalanıyor. Akışı sana doğru. Sana bakıyor. Senden bir iç sızısı, bir adım, bir zihinsel koşuşma bekliyor.
“De ki: Bu, muazzam bir mesajdır. Nasıl ondan yüz çevirirsiniz?” (67-68)
“Bu ilahî kelâm, bütün âlemler için ancak bir öğüt ve uyarıdır. Ve onun anlamını bir süre sonra mutlaka kavrayacaksınız!” (87-88)