İnsanın her davranışı için bir gerekçesi, bir açıklaması vardır. Ne zaman lazım olsa kendimizi haklı çıkarmaya yarayacak gerekçeleri bulur çıkarırız bir yerlerden. Kişiliğimizin bütünlüğünü, saygınlığını koruyabilmek için de makul miktarda ihtiyacımız vardır bunu yapmaya. Gelgelelim iş her daim kendimizi savunmaya, üzerimize toz kondurmamaya dönüştüğünde bu yararlı mekanizma, savunmaya çalıştığı kişiliğe en büyük zararları vermeye başlar. Her şeyin fazlasında olduğu gibi...
Hz. Peygamber'in ilk muhataplarının bazıları da kendilerini şaşkınlığa düşüren davet karşısında üzerinde bulundukları yola daha fazla sarılmış, bütün savunma kalkanlarını açmışlardı değişimden korktukları için. Korkunun -aşırı korkunun- ve çaresizliğin bir noktasında tüm canlılarda görülen bir davranış da saldırganlıktır. İşte bu nedenle kendilerine birkaç ayet okudu diye kendisini ölesiye döven Kureyşliler için Abdullah b. Mes'ûd (ra) "onları hiç bu kadar çaresiz görmedim" demişti.
Aynı toplumun üyesi oldukları halde diğerleri (kolaylıkla Müslüman olanlar) nasıl başardılar, bütün hayatlarını baştan sona değiştirecek bu çağrıya kulak vermeyi? Onların bu başarısını açıklayan küçük-büyük pek çok sebep vardır mutlaka. Ama en başta Hak'ka ve hakkaniyete saygının bütün kişisel engellerden güçlü olması gelmiş olmalı. Düşünce yapısının "Hakk"a saygı, karakterin de "cesaret"le örüldüğü güzel insanlardı onlar...
Mekke'de nazil olan Lokman Suresi'nde bu iki zümrenin durumu şöyle açıklanır: “Onlara Allah ne indirdiyse ona uyun denildi mi, “Hayır, biz atalarımızı neye uymuş bulduysak ona uyarız” derler. Ya Şeytan onları yakıcı ateşin azabına çağırmışsa, yine de atalarına mı uyacaklar? Kim bütün benliğiyle Allah’a teslim olur, iyilik ve güzelliği de huy edinirse, o gerçekten en sağlam kulpa yapışmış demektir. İşlerin sonu Allah’a varıp dayanır.” (Lokman 21-22)