Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberlik silsilesinin son halkasını temsil eden Hz. Muhammed (sav), yaşamı, söz ve davranışları özellikleri ile edebiyatımızda en çok anılan ve kendisine şiir yazılan peygamberdir. Özellikle edebiyatımızda Hz. Peygamber’in yüceliğini, mucizelerini ve üstün vasıflarını dile getiren şiirler yazmamış şair neredeyse yok gibidir. Şairler her yazdıkları mısraları bir salâvat getirme olarak görmüşlerdir. Hatta bazı şairler na’tlardan müteşekkil dîvânlar tertip etmişlerdir. Bu şairlerden en ilginç olanlarından biri Yahûdî ve Hâkî mahlası ile şiirler (na’t) yazan 17. yüzyılda İstanbul’da yaşamış olan haham Yahudi’dir.
Hayatı
Şairin nerede ne zaman doğduğu hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır. İstanbul’un o dönemki Yahudi yerleşim yerlerinden olan Hasköy’deki Yahudiler arasında yaşamını sürdüren şair, ilk eğitimini Tevrat ve Musevîlik üzerine yapmış, dini ilimler tahsilinden sonra hahamlık görevine yükselmiştir. Daha sonra Arapça ve belagat ilimlerini tahsil etmiştir. Osmanlı şiirinin güzelliğine kapılan Yahudi, şiiri üzerine çalışmış, iyi derece de Arapça, Farsça ve Türk edebiyatının mazmunların ahenkli dünyasına kendini kaptırıp şairliğe gönül vermiştir.
Müslümanların dini önderi olan şeyhülislamın kendisine olan bu iltifatı, tabi ki mensup olduğu dinin peygamberinin sünnetinden kaynaklanmaktaydı.
Edebî Meclisler
Şiirlerde Hâkî (topraktan gelen, toprağa ait olan) mahlasını kullanma başlayan Yahudi, yazdığı şiirlerle zamanla şöhreti İstanbul’un edebî meclislerinde de duyulmaya başladı. Şiir bilgisini ve şairliğini ilerletirken bir yandan da fen ilimleri tahsil etmeye çalışıyordu. Dönemin önde şairleri davet edildiği Şeyhülislam Bahâyî Efendi’nin huzurunda düzenlenen edebî meclislere Yahudi-Hâkî de davet edildi.
Yine bir gün Şeyhülislam Bahâyî Efendi’nin konağında düzenlenen edebî meclise şairler davet edilmişti. Osmanlıda yaşayan farklı topluluk kendi dinî kıyafeti içinde gezmesi kuralı gereği, şair Yahudi de kendi dinî kıyafetleri içerisinde bu meclise geldi. Şeyhülislam’ın kapı görevlisi (piyale) Yahudi kıyafetleri içerisinde bulunan şairi, şeyhülislamın meclisinin kapısından içeriye sokmadı. Hâkî Efendi, kendini ne kadar ifade ettiyse kapı görevlisi (piyale) bir türlü ikna olmadı. Bunun üzerine kapının dibine çöken Hâkî Efendi, bu durumu ihtiva eden bir şiir kaleme aldı. Bu gazeli şeyhülislama ulaştırması için oraya bırakıp, gönlü hayli mahzun olarak oradan ayrıldı. Bu şiir şudur;
Piyâle bezm-i yâre kesb içün nur-ı intisâb eyler
Güher-veş kim fürûğ-ı mihrden tâb-ı iktisâb eyler
(Kapıcı, yârin meclisine gelen nura yönelir. Güneşten kopan cevherler gibi ışığı elde eder.)
Değil benden nihân olmağla her gün kâni’ ol sehhâr
Mülâki olmayım seyrinde nâ-mahrûm-ı h’âb eyler
(O sihriyle beni kendine çeken meclisi, bana gizlerler. Orayı seyretmeye, beni oraya kavuşma rüyasından bile mahrum eyler)
Varınca südde-i devlet-me'âb-ı yâre derbânı
İlâhî mübtelâ-yı südde olsun sedd-i bâb eyler
(Yâ ilahi, o yârin yüce varınca kapıcı kapısının eşiğine mübtelaya (bana), kapıyı kapatır)
Şehlâ mi'mâr-ı vaslınla vücûdum kişverin yâb yâb
Firâkın korkarın aheste aheste harâb eyler
(Ey yüce şeh, benim vücudum senin iklimine, ülkene kavuşmakla imar olur. Senden ayrı kalmak beni yavaş yavaş harab eyler)
Şeref besdir bu Hâkî bendene pâ-bûsun etdikçe
Gözünü kebkeb-i na’lin devâ’ir-veş rikâb eyler
(Hâkî kuluna senin meclisinin kapısını öpmek şerefi yeter ki senin ayağının altında devreden yıldızlar gibi yüce makamını gözler)
Bu gazel Şeyhülislam Bahâyî Efendi eline ulaştığında olayı tetkik ettirmiş, şairin kapıdan içeriye alınmadığını öğrenince, şair Yahudi’ye bir adam göndererek kendisini meclise davet etti. Yahudi meclise geldiğinde kapıcının bu tavrından dolayı Şeyhülislam Bahâyî Efendi kendisinden özür dileyip, onun gönlünü almak için ihsan ve iltifatta bulundu. Müslümanların dinî önderi olan şeyhülislamın kendisine olan bu iltifatı, tabi ki mensup olduğu dinin peygamberinin sünnetinden kaynaklanmaktaydı. Bunu çok iyi bilen Yahudi, kendisine iltifat gösterenlerin huzurunda, İslam dinin yüce peygamberi Hz. Muhammed (sav)’e içindeki iman ateşini çuşa gelmesi ile yazdığı na’tı okudu.
Yahudi ve Na’tı
Şâh-ı iklîm-i risâletdir muazzam pâdişâh
Nâzenîn-i Rabb-i izzet bende-i hâs-ı İlâh
Hâk-i pâyı olmayan bulmaz cenâb-ı Hakk’a râh
Anuñ içün halk olundı nüh-felek şems ile mâh
Sellimû sallû ‘alâ bedri’d-düca nûru’l-hüdâ
Nûr-ı Hakdur Mustafâ mahbûb-ı dergâh-ı Hüdâ
Ravzâsıdır gülşen-i cân-bahş-ı firdevs-i berîn
Âsitânın bekleyüp eyler nidâ Rûhu’l-emîn
Hazihi cennetü ‘Adnin fedhuluhâ hâlidin
Rahmetellil’âlemin oldı şefì’ül-müznibin
Sellimû sallû ‘alâ bedri’d-düca nûru’l-hüdâ
Nûr-ı Hakdur Mustafâ mahbûb-ı dergâh-ı Hüdâ
Mültecâ-ı halk-ı âlem bil anuñ dergâhıdır
Kevkeb-i evc-i sa’âdet burc-ı hüsnüñ mâhıdır
Sadr-ı dîvân-ı risâlet enbiyânıñ şâhıdır
Evvelîn âhirin anuñ şefâ’at-h’âhıdır
Sellimû sallû ‘alâ bedri’d-düca nûru’l-hüdâ
Nûr-ı Hakdur Mustafâ mahbûb-ı dergâh-ı Hüdâ
Hâk-ı dergâhına anuñ etmeyince intisâb
Ref’ olup perde göñülden câna olmaz feth-i bâb
Ayağı toprağınuñ her zerresi bir âfitâb
Yolına cân oynayan ‘âşık bulur hüsnü’l-meâb
Sellimû sallû ‘alâ bedri’d-düca nûru’l-hüdâ
Nûr-ı Hakdur Mustafâ mahbûb-ı dergâh-ı Hüdâ
Yâd iden ism-i şerîfîn şevkiyle pür-nûr olur
Mu’cizâtın gûş eden muhzûn göñül mesrûr olur
Her kim anı sevdi cürmi ‘avf olup mağfûr olur
Ey Yahûdî âşık-ı mahbûb-ı Hak manzur olur
Sellimû sallû ‘alâ bedri’d-düca nûru’l-hüdâ
Nûr-ı Hakdur Mustafâ mahbûb-ı dergâh-ı Hüdâ
Sellimû sallû ‘alâ bedri’d-düca nûru’l-hüdâ: Allah’ın nuru, karanlıkları aydınlatan ay olan peygambere salat ve selam getirin.
Hazihi cennetü ‘Adnin fedhuluhâ hâlidin: İşte Adn cennetleri, ebedî olarak kalmak için oraya girin. Mealen; Taha 76.
Nûr-ı Hakdur Mustafâ mahbûb-ı dergâh-ı Hüdâ: Bu kıta Safâyî Tezkiresi’nde tezkirede var. Mecmua’da yoktur.
Dalaletten Hidayete…
Daha sonra çevresindekilerin de şahitliğinde Müslüman oldu. Çok sevdiği na’t yazdığı Peygamber’in ismini aldı. Bundan sonra artık Mehmed Hâkî Efendi diye anılmaya başladı. İman ettikten sonraki en büyük sorun Mekkeli Muhacirler gibi olmaktı. İman etmesiyle ailesi, akrabaları, eski yaşadığı mahalledekiler kendisini dışlamıştı. Yersiz, yurtsuz ve parasız kalan Mehmed Hâkî Efendi’ye Medineli Ensar gibi kucak açan Şeyhülislam Bahâyî Efendi ve devlet erkânı, İstanbul Gümrüğü’nden kendisine 50 akçe maaş bağlattı. İslamı daha rahat yaşayacağı İstanbul Gümrüğü’ne de yakın olan Sirkeci Hoca Paşa Mahallesi’ne taşındı. Arapçada ilimlerindeki bilgilerinin yanında İslami ilimlerde tahsil etti ve müderrislik icazeti aldı. Bir zamanlar bilgin bir hahamken, sonrasında bir İslami ilimler tedris eden müderris oldu. Zamanla İstanbul halkının saygı duyduğu Mehmed Hâkî Efendi, H. 1078/ 1667-1668 yılında fena âlemini terk ederek beka âlemine “terk-i alem-i haki” rıhlet etti.
(Ankara Milli Kütüphane 06 Mil Yz A 872 numaralı Şiir Mecmua’sının içindeki Yahudi’nin na’tı)
Kaynakça:
- Mustafa Safayi, Safayi Tezkiresi, haz. Pervin Çapan, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2005, s. 173-176
- İsmail Beliğ, Nuhbetü’l-Âsār Li-Zeyl-i Zübdeti’l-Eş‘ar, Haz. Abdülkerim Abdulkadiroğlu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.70
- Mehmet Tevfik, Kafile-i Şuara, haz. Fatma Sabiha Kutlar, Hanife Koncu, Müjgan Çakır, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2012, s. 264-267
- Mecmua-ı Eşar, Milli Kütüphane 06 Mil Yz A 872, s.7