İnsanın bu dünya nimetleri içinde en şiddetle ihtiyaç duyduğu şey güvenliktir. Güven duygusu öyle esaslı bir ihtiyacımızdır ki psikolojinin bize dediğine göre kişiliğimizin en derin çizgileri bu ihtiyacın karşılanıp karşılanmamasına göre oluşur. Aileden başlayıp en yüksek toplumsal organizasyon olan devlete kadar her sosyal düzen bireylerin güvenlik ihtiyacını karşılamayı birinci ödev olarak benimser. (Güvenlik ihtiyacı ile özgürlüğün çatışmasına burada girmemiz imkansız olsa da cihad kavramının birinin ötekine tamamen feda edilmemesi için verilen mücadele olduğunu söylemeden geçmeyelim.)
Güvenliğin olmadığı bir dünyada hiçbir insani değerin yaşamasına imkan yoktur. Bu nedenle olsa gerek Kur'ân'da ele alınan cezalar içinde en şiddetlisi toplumsal fitnelere yol açanlara öngörülen cezalardır (Maide 5/33). Güvenliğin ihlalinin cezası büyük olduğu gibi onu korumaya yönelik tüm çabaların da mükâfatı çok büyüktür. Efendimiz (sav)’in malını, dinini, canını ve ailesini korurken öldürülenin şehit olduğunu (Tirmizi) bildirmesi bu mükâfatın büyüklüğü hakkında bir fikir verebilir.
Dinin mukaddes saydığı şeyler uğruna ve Allah'ın rızasından başka bir amaç gütmeyerek canını verenlere "şehit" denmesi, öldükten sonra bile var olmaya dirilerden daha fazla devam etmeleri sebebiyledir. "Gaib"in zıddı olan şehid “müşahede yoluyla meydana gelmiş ilme sahip olan” demektir. Allah yolunda ölenlere şehid denmesi de onların bizim için gayb olan cennet nimetlerine elan şahit olmalarındandır. Allah'ın kutsal saydığı dokunulmazlara el uzatanlarla mücadele ederken canını veren şehitler mahşerin kurulmasını, hesapların görülmesini ve herkesin yerine yerleşmesini beklemeden; daha ölür ölmez uhrevi makamlarına ve o makamlara layık görülen mükâfatlara kavuşurlar (Al-i İmran 3/169-170). Böyle olunca da biz onlara acırken asıl onlar bize acırlar (Yasin 36/26-27) ve Efendimiz (sav)'in bildirmesine göre tüm cennetlikler içinde tekrar dünyaya dönmeyi bir tek onlar dilerler (Buhari). Bir kez daha şehit olabilmek için.
Vatan bütün mukaddesatımızın varlığını sürdürmesi için zorunlu olan, olmazsa olmazımızdır. Bir vatanımız olmadığında dinimizi de koruyamayız, ailemizi de, canımızı da, malımızı da. Ne yazık ki yaşadığımız şu günlerde bu iddiayı ispat etmek için söze hacet yok, etrafımıza bakmak yetiyor. Yaşadığımız topraklar tüm dünyanın gözünü diktiği bir coğrafya ve bizi biz yapan inancımız da tüm zalimlerin haksızlığını ilan eden bir gür seda olunca nesiller boyu şehitler veren ailelerin öyküleri anlatmakla bitmez bu ülkede. Bilebildiğimiz bütün uzak dedelerimizden bu yana saymakla bitmeyen şehitlerin torunları olmakla gurur duysak da her gün şehitler verir durumda olmayı istemeyiz elbet. Allah ve Resûlü (sav)’nün şehitliği öven sözleri de sürekli savaş haline bir özendirme değil, hakların korunması ve yeryüzünde güvenin sağlanması yolunda gösterilecek sebat ve cesarete bir teşviktir. Zira bunların zevaline göz dikenler bütün güçlerini bizim korkularımızdan alırlar. Ne zaman ölümden korkar, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmayı mukaddesatımızdan daha üstün tutarsak; o zaman çokluğumuz bir saman yığını gibi olur, çer çöpten başka bir şey ifade etmez. Efendimiz (sav)'in şu hadisinde geçtiği gibi:
“Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır. Ashaptan biri “Ey Allah’ın Rasûlü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)? diye sordu. Rasûlullah (sav) “Hayır, bilakis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çer çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu “mehâbeti” (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize “vehn” (zafiyet) atacak (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak) tır” buyurdu. Ashaptan biri “Ey Allah’ın Rasûlü! “Vehn nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu” diye cevap verdi.” (Ebû Davud)
Sözün özü o ki güvenle korku arasında, ölümü öldüren şehadeti sevmek vardır.