Yıllar önce, bana Kur’ân’ı Kerîm okumayı öğreten hocamın etrafına halka olmuş, Efendimiz’in çocukluğunu konuşuyorduk. Hocam, küçük Hazreti Muhammed (sav)’in yaşadığı zorlukları anlatırken yüzünde öylesine duygulu, şefkat dolu bir ifade belirmişti ki. O gün anladım: En Sevgili’nin “mahrem” yüzü O'nu seven herkesin yüzünde aşikâr oluyordu. Her âşıkta, güzel Efendimiz’in nurlu çehresi tecelli ediyordu. Bir şeyi daha anladım o gün hocamın anlattıklarını (Allah ondan razı olsun) hayranlıkla dinlerken: Seven kalbin tasvire ihtiyacı kalmıyordu. Tahayyül etmesi yeterliydi.
Müslümanlığı pek bilmeyenlerin sık sık merak ettiği şey tam da budur işte: “Yüz yıllar önce ölmüş gitmiş birini nasıl sevebilirsiniz?” İslam’ın kalbinde soluk almayanlarla ve özellikle de Hazreti Muhammed (sav) hakkında kulaktan dolma bilgilerle ve önyargılarla yetinenlerle paylaşılabilecek en sahici şeyin Efendimiz’e duyduğumuz aşkla, sevgiyle dolu böyle yüzler olduğunu düşünüyorum. Aşkın en açık delili seven yüzler değil midir?
Hakikatin geçmiş ve gelecek zamanı olmayacağını, tüm zamanları kuşattığını hissettirmenin yolu, seven yüzün hakikatidir. Sevgili olmaya devam etmek; mecazi aşkların geçiciliğini idrak etmekle mümkündür çünkü. İşte bu, sevginin ilahi niteliğine açıyor kalplerimizi. Varlığın Efendisi’nin güzelliğini sadece dünyevi –ve nazari- tanımlarla ifade etmek bu yüzden imkânsızdır. Bu çok indirgemeci bir tanım olurdu.
Efendimiz’in yaratılmışlar içerisinde zirvedeki güzelliği bu anlamda O'nu sevenlerin O'na kattığı güzellikle tamamlanır. O'na yolladığımız salat ve selamlarla Allah’ın O'na vaat ettiği Makam-ı Mahmud’u lütfetmesi için dua ederiz. Böylelikle Efendimiz’e duyduğumuz sevgi düşüncelerden ve akıldan dile, dilden kalbe dikey bir eksenle derinlerimize işler.
O'nu sevmenin zevkine vardıkça bir müjde taşırız başkalarına. Henüz onu tanımayanlara, bilmeyenlere. Onlara sonsuz zevki, mecazi olmayan aşkı işaret ederiz. Efendimiz bu yüzlerde canlıdır, bu kalplerde canlıdır. Böylelikle kalpten kalbe geçeriz, yüzden yüze, dilden dile geçeriz. Kesintisiz bir biçimde yayarız, yaydıkça yaşatırız sevgimizi. Seven ve sevilen oluruz. Her şey “âlemlere rahmet olarak gönderilen” Efendimiz'le başlıyor ve O’nunla nihayete eriyorsa, biz de her şeyle her şey arasındaki bağı böyle kurarız. Bizi ilahi ipe sıkı sıkı bağlayan bir bağlılıktır bu aynı zamanda.
Müminlerin seven yüzlerine bazen sadece bakmak, o yüzlerdeki nuru izlemek bile insana açık bir tebliğ olur. Ki katı kalplerin yumuşaması, uzak kalplerin ısındırılması tebliğle mümkün ancak. Tebliğ olmadan, başka bir deyişle insanlar birbirleriyle kalplerinden bitiştirilmeden fetih değil işgal oluyor hep. “Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi...” (el-Enfal, 8/63) ayet-i kerimesinde bu nazarla da bir anlam katmanı “okumak” mümkün olabilir.
Peki ya Efendimiz’i sahiden görenler? Sahabenin tanıklığı? Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam (ra)’ın daha görür görmez, O'nun için “bu yüz yalan söylemez” demesi mesela, müthiş bir tanıklık bırakmıştır bizlere. Medine Yahudilerinin ileri gelenlerinden ve meşhur âlimlerindendi. Adı Husayn iken, Müslüman olunca Rasûlullah (sav), onun adını Abdullah olarak değiştirmişti. Tevrat’ı ve tefsirini Yahudi âlimlerinden olan babasından öğrenmişti. Efendimiz’in Mekke’de peygamberliğini açıkladığını duymuş, Medine’ye geldiği gün halkın arasına karışmıştı. Ve O’nun mübarek yüzünü görür görmez işte böyle demişti: “Bu yüz yalan söylemez!” Bugün ilk karşılaşma anında bu kadar net bir teslimiyet yaşadığımız kaç yüz vardır?
Hazreti Aişe annemiz (r.anha) bir gün iğnesini kaybeder. Arayıp bulamayınca ışık tutar, ama yine bulamaz. Sonra Hazreti Peygamber gelir. Ve O’nun yüzünün nuruyla ortalık aydınlanınca Aişe (r.anha) iğnesini bulur. Bunun üzerine gülümser. Efendimiz onun neden güldüğünü sorar ve öğrenince şöyle der: “Kıyamette de böyle olacak. O gün beni göremeyeceklere yazık.” Hazreti Aişe ona “kıyamette seni kimler göremeyecek” diye sorar. “Yanında benim ismim anılıp da selavatı şerife okumayanlar benim yüzümü göremeyecek” diye buyurur Efendimiz. “Allahümme Salli Ala Seyyidina ve Nebiyyina Muhammed...” Kuşkusuz buradaki “görmek”ten kasıt fiziki bir görmekle sınırlı değildir bizler için.
Rasûlullah (sav) ile devamlı beraber olanlar arasında onun mübarek yüzünü bir başka “görme” biçimi daha vardı. O da O’na bakmamakla gerçekleşiyordu. Şöyle ki, edeblerinden dolayı O’nun nur cemâlini doyasıya seyredebilenler pek azdı. İmam Kurtubî, “Rasûlullah’ın hüsn-i cemali tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer O’nun bütün güzellikleri olanca hakikati ile gösterilmiş olsaydı ashabı ona bakmaya takat getiremezdi” diyerek bu mahcubiyetin doğasını da aralamıştır bize.
Nitekim gerçekte olanlar da bunu doğruluyor. Efendimiz’le sohbet halindeyken Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (ra) dışındaki ashabın hep önlerine baktıkları, Rasûlullah (sav)’la sadece bu iki sahabenin göz göze gelebildikleri rivayet ediliyor. Onlar Muhterem Efendimiz’e bakıp tebessüm ederler, O da onlara iltifat edip tebessümde bulunurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3668) Bu durumu Amr bin Âs (ra) şöyle dile getirir:
“Efendimiz’le uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzurunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzim duygusu sebebiyle başımı kaldırıp da doya doya mübarek ve nurlu yüzlerini seyredemedim. Eğer bugün bana ‘Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat’ deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îmân, 192) Sahiden de çağlar boyu hep söylenildiği gibi “Allâh Rasûlü’nün sûret ve sîret mükemmelliğini lâyıkıyla ifâde edebilmek mümkün değildir.”
Cabir bin Semüre (ra) ise şöyle demiştir: “Bir mehtaplı gecede âlemin güneşi Efendimiz’i gördüm. Üzerlerinde kırmızı alacadan bir elbise vardı. Nurlu yüzü ile aydan hangisinin güzelliği daha fazla diye bir kere Resulullah’ın nurlu yüzüne, bir kere de ayın yüzüne bakmaya başladım. Allah’a yemin ederim ki benim yanımda Nebiyy-i Muhterem Hazretleri’nin saadetli yüzü aydan daha güzeldi.”
Tasvirlerin ilahi aşkı ifade etmekte ne kadar yetersiz kaldığının bir örneği daha işte. Seven kalp böyle değil midir hep? Kendi ölçülerini ve kıstaslarını ortaya koyarak tahayyülümüze dayandırır. Leyla’nın Mecnun’a “güzeller güzeli” görünmesi de bununla ilgili. İşte bu “bakış”, çok kıymetli bir ipucu taşıyor peygamber sevgisinin iç yüzünü merak edenler için.
Peygamber Efendimiz'i Hicret sırasında çadırını ziyaret ettiği Ümmü Mabed isimli biri tanımamıştır. Ancak anlatılanlarda, O’nu tanıyan kocasına, O'nu şöyle tarif etmiştir: “Aydın yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı birbirinden iyice ayrılmıştı. Saçı ile kirpik ve bıyıkları gümrahtı. Sesi kalındı. Sustuğu zaman vakarlı, konuştuğu zaman da heybetli idi. Uzaktan bakıldığında insanların en güzeli ve en sevimlisi görünümündeydi; yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Çok tatlı konuşuyordu. Orta boylu idi; bakan kimse ne kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Üç kişinin arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı. Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep O’nu dinlerler; buyurduğu zaman da hemen buyruğunu yerine getirirlerdi. Konuşması tok ve kararlı idi.”
Tüm bu tanıklıkların, Müslümanlığı bilmeyenler açısından çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü içinde sadakati, vefayı, tevazuyu, bağlılığı, hürmeti, had ve hudud bilmeyi, mahremiyeti barındırıyor bu sevgi. İnsanlığın en güzel örneği olan ve tüm peygamberlerin hakikatini kendisinde cem eden Rasûllullah (sav)’ı putlaştırmadan sevmeyi ve örnek almayı ilham ediyor. Müminlerin bu ortak ilhamı, her sevenin kalbine Efendimiz’e dair kendi biricik tahayyülünü yerleştiriyor.
Mümin yüzlerdeki Peygamber aşkına tanık oldukça hep şunu düşünürüm: Sevenin bir başka kimliğe ihtiyacı yoktur sevgili olmaktan başka. Efendimiz, O’nu her sevenle güzelleşmeye kıyamete dek devam ediyor.