Selam niye eksiliyor hayatımızdan veya muradını neden sağlamıyor insan ilişkilerinde? Kadınların ve erkeklerin kamusal alandaki velayet bağı üzerine niçin bu kadar az düşünülüyor? Evler eski evler, sokaklar eski sokaklar değilse, bunun getirdiği sorunları nasıl aşabiliriz? İslamcılık üzerine yeniden düşünmenin bir hasılası olan ve 2012’de yayımlanan Eksik Olan Artık Başka Bir Şey-İslamcılık kitabında değerler ve amaçlar, yeni mekânlar ve bağlamları, bunların getirdiği muaşeret inceliklerine dair durup tefekkür etmenin zorunluluğundan söz etmiştim. Günümüzde mahremiyet hiç olmadığı kadar aşındı, savruldu sınırlarından; özel ve kamusal alan arasında denge kurulmaya çalışırken insan ilişkilerine sınır çizen ölçüleri içeren bir muaşeretin eksikliği derinden hissediliyor.
Kuşkusuz savrulmaları kolaylaştıran güçlü bir toplumsal çalkantı içindeyiz ve bu alanda bir hazırlığa sahip olduğumuz söylenemez; tersine, toplumsal afetler konusunda bazen tabii afetler kadar bile hazırlıklı olamadığımız fark ediliyor. Yer sarsılınca sığınabileceğimiz alanlar gün geçtikçe daralıyor, bu aynı ölçüde toplumsal alanlar için de geçerli, ancak yeterince konuşulmuyor. Komşu, mahalle ve geniş aileye özgü uyarı ve öğüt iletişiminden yoksunuz, bunların yerini alacak iletişim ve sohbet ortamlarını da yaygınlaştıramıyoruz. Güvenliğimizi teslim ettiğimiz kameralar çeşitli kritik vakalarda nasılsa sağırlaşıyor.
Bir hayli karmaşık bir mahiyet kazanan kamusal alan söylemleri karşısında, korumacı bir refleksle karşı görüşleri suçlarken kendi bulunduğumuz konum ve mecralar alanında muhasebe üstlenmekten geri duruyoruz. Biz toplum olarak, hangi görüşten olursak olalım sorumluluğu üzerimize almayı ve özür dilemeyi sevmiyoruz; helalleşmeyi sağlayan değerlerimize karşılık. Neredeyse on yıldan beri bir kültürel veya eğitsel gelişme adına gündeme gelen “değerler eğitimi” programlarında, genç kuşağın bu değerleri içselleştirmesini sağlayacak yöntemler tabiatıyla bir hayli dayanıksız ve solgun görünüyor.
İslâmî hassasiyeti olan pek çok okuyucu eminim Veda Hutbesi’ni defalarca okuyup üzerine düşünmüştür. İslâmî duyarlılığımızı önemsiyorsak, duvarlarımızda asılı Veda Hutbesi'ndeki uyarıları dikkate aldığımız ölçüde kendiliğimizi koruyabileceğimizi biliriz. Hakk’a yürüyenin bedeni mahremdir, mahkûm olmak mahremiyetin gardiyana teslimi değildir. Veda Hutbesi bize neler söyledi, biz onu nasıl anladık? Veda Hutbesi, Müslümanın ahlaki sorumluluğu başkalarından değil kendi hayatından başlatmasının manzumesi; kendini konumlandırdığı yüce bir zirveden ahlakçılık yapmak ise elbette ahlakilik değil.
Taciz ve namus konularında sürekli haberler çıkıyor medyada. Çocuk istismarı aile içinde yaşanıyorsa, “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla örtbas ediliyor. Kadınlar, boşandıkları veya ayrılmak üzere oldukları kocaları tarafından öldürülüyor. Resmiyet kazanmamış ilişkilerde de daha çok kadınların ölümüyle noktalanan bir şiddet belirgin. İşyeri tacizi ve diğer cinayetlerin medyaya yansıyan örnekleri, örtbas edilmiş canilikler tarihi üzerine düşündürüyor. Bu alandaki boşluklar, boşanma vakalarında hukuk planında başvurulan genellemelerle keşmekeşe yol açıyor. Aile hukukunun uygulanmasındaki toptancı yaklaşımlar gerilimi artırıyor. Hiçbir boşanma sebebi bir diğerinin aynısı değildir ne de olsa, ayrılan çiftlerin anlaşmazlık sebepleri de aynı şekilde farklı, karmaşık özellikler gösterir.
Çoğunluğu boşanan ya da ayrılma süreci içindeki kadınların eşleri/eski eşleri tarafından işlenen cinayetlerde kendini gösteren ciddi meseleyi soğukkanlı bir şekilde irdelememize izin vermiyor zihin konforumuz. Birçok cinayette kurban kadın olduğu halde suçlanan da kadın oluyor bakıyorsunuz, aşırı talepleriyle erkeği çileden çıkarmış olabileceği gerekçesiyle. Oysa “Sen de erkek misin?” şeklindeki kışkırtıcı cümlenin bir de şu şekilde bir karşılığı olagelmiştir: “Sen de kadın mısın?” Nefsin benzeri türde kışkırtmalara kapılmaması için de uyarılmıyor muyuz Rabbimiz tarafından, ayetlerle… Gerçekten de nasıl bir eğitim alıyoruz aile ocağında?
Kimi zihinlerde kadın, kamusal alanda olmaması gereken biri, bu yadsıma, orada olmaması gereken kadına dönük şiddeti normalleştiren bir etki uyandırıyor. Kadının sokakla ilişkisini “yoldan çıkmaya yatkınlık” üzerinden öğrenmiş “bıçkın” bakışta kamusal alanda kadın, kadim mekân ve bağlamların sağladığı eski saygınlığından uzak, dolayısıyla taciz için “yoklanabilir” biri. Kamusal alanda herhangi bir kadının hal ve hareketlerinden tacize müsait olduğunu gösteren sayısız işaret vehmeden bir bakış, yenilenmiş bir muaşeretin önündeki en büyük engel. Eski sokak kültürünün içselleştirdiği yargılar kadınları bu şekilde hedef alırken bir mahalle, bir geniş aile muhakemesine de takılmıyor artık, tacizcinin bakışı. Beton labirentler boyunca asansörden merdiven boşluklarına her girinti, erken saatlerden geç saatlere her ofis, her atölye köşesi, ekmek kavgası veren kadınlar, eğitim gören genç kızlar için birer korku alanı.
Kadının da faaliyette bulunduğu bir kamusal alanda yeni bir dil ve muaşeret geliştirilebilmiş değil henüz. Kadınlar hep utandırılıyor, bu utandırılma karşısında ise yeni kadın kuşaklarına mensup kimi kadınlar yine bir yokluk/boşluk üzerinden bıçkın erkek dilini yansılayan bir dil kullanma yolunu tutuyorlar. Zamanını yorumlamadaki kusur ve zaaflar mekân kusurlarını da tetikliyor. Bizde kamusal alanın mütedeyyin kesimleri ve taşra görgüsünü hiç hesaba katmama iddiasıyla planlanması ciddi bir problem kaynağıdır. Bu kamusal alanda anne kadınlara da yer yoktur, tesettürlü kadınlara da. Kamusal alanın, kurucu kimliğin ötesinde hiçbir unsura yer vermemesi gereken katı yapısı hayatın talepleri tarafından zorlanırken gücü yetenin sözünün geçtiği bir cangıla özgü sahneler çıkıyor karşımıza sıklıkla. Hazırlıklı olunmayan göçler hem taşranın zihin konforunu bozuyor hem de kendini şehrin asıl sahipleri bilen nüfusun, ancak bozulan konforlar yeni sağlıklı ortamların oluşması yönünde uyarıcı olmuyor. Kamusal alanda kadın, anne oluşundan bağımsız bir şekilde ve eksik bir saygıyla oluşan bir yerde bir varlık aramak zorunda. Kimilerine göre her kadın varlığı, işinden edilen bir erkeğin içine düştüğü borçluluğun sorumlusu. Kadının kendini geliştirme çabası, erkeği zayıf düşüren bir kusur olarak okunuyor. O takdirde Al-i İmran Suresi’nde geçen “velayet” bağını nasıl anlamak gerektiği önemli bir soru.
Bir kadın, isterse ekmek parası için bir tekstil atölyesinde on iki saat ayakta durmanın çilesini çeksin; heva ve heves paragrafına hapsedilerek yargılanıyor. İhtiyaçlar elbette göreli, bir başka kadın da resim yapmakta arar şifasını veya öğrenci yetiştirir, bir atölye açar, bazen Hz. Zeynep b. Cahş gibi, kendi emeğiyle infak edebilmek için deri işçiliği yapar. Şehirlerde kadınların evleri dışında, erkeklerin çalışma alanı olarak kabul edilmiş alanlarda daha fazla yer alması, yeni icat ve buluşlarla, yeni teknolojilerle ve göçlerle ortaya çıkan toplumsal hareketliliğin eseri ve böylelikle oluşan hayat kavgasının bir tezahürü. Öte taraftan yeni teknolojiler sayesinde ev ofislerde çalışmak bir avantaja dönüşürken kadınların çoğu için ev dışında zor şartlar altında çalışmak bir lüks değil zaruret halinde kendini gösteriyor.
Modern dünyada her şey değişirken kadının değişmemesi, kaybedilme korkusu yaşatan değer ve kurumların korunması adına eski (ve kısmen muhayyel) “kafes arkası” kültüründe olduğu şekilde varlığını görünmez kılması bekleniyor. Oysa böyle bir sebatı mümkün kılacak gelişme ortamlarından da mahrum bırakılmış kadınlardır çoğunlukla, büyük ödev yüklenenler. Hoş zaten yüceltme söyleminin hemen yanında aşağılama dili tetikte beklemektedir.
Hicaptan yoksun bakışın sahibi işçi de olabilir işveren de, akraba da olabilir yabancı da, tahsilli de olabilir tahsilsiz de… Nasihat ve uyarıya, muhasebe ve tebliğe kapalı alanlarda hayat bulan bıçkın bir dil, hiç edinemediği veya geliştiremediği bakış hicabının yoksunluğunda, kamusal alanda çalışan veya işte yoldan geçen kadını kendi zihninde oluşan fesadın sorumlusu biliyor. Kadını Allah tarafından yaratılan, dengi, eşiti bir insan, bir şahsiyet; insanın diğer yarısı olarak görmeyi öğrenememiş zihin, tacizi, tecavüzü suç değil, cevaza yormaya hazır olduğu işaretlerle oluşmuş bir hak sayıyor. Çeşitli yayınlar ve panolar hurafelerin beslediği bu bıçkın bakışı, kadınları “parçalı beden”den ibaret görme yönünde cesaretlendirmekte kuşkusuz.
Fakat bu tacize açık bakışı da kişi, kadınların bulunduğu bir aile ortamında ediniyor, değil mi? Aile içinde hemcinsine ve karşı cinse saygı göstermeyi öğrenememiş bir çocuk eksik değerlerle adım atıyor toplum hayatına. Terbiyesinde eksik kalan değerlerin yokluğunda, kendini her zaman haklı, üstün, alacaklı ve mazur biliyor.
Bir toplum kendisini dayanıklı ve anlamlı kılan değerlerin toplumsal muaşerette silikleşmesini bir sorun olarak görmediğinde, malumat kanalları ne kadar işlek olursa olsun, cahiliyeye açıyor kapılarını. Bu nedenle Veda Hutbesi’ni sık sık yeniden düşünerek okumalıyız, özellikle şu pasajını
“Ey İnsanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşama hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğünüz Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya layık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya layıktır, dokunulmazdır. Ancak İslam'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara dayalı cezalar müstesnadır.”
Kamu görevlisi, ebeveyn, eş olmak, kişinin canı ve bedeni, mahremiyeti konusunda temellük hakkı sunmaz kimseye. Şiddet gibi taciz de mahrem bir konu değildir, insanların malı, canı ve ırzı dokunulmazdır ve hiçbir gerekçe bu dokunulmazlığı ortadan kaldıramaz. Herhangi keyfi bir tutuma izin verilmez kamusal işlerde Veda Hutbesi’nde, söz konusu insanın hayat hakkı ve haysiyeti olduğunda.