Sinemanın Şifresini Bir Peygamber Kıssasında Keşfetmek

Yeryüzünü bir menzil hükmüne geçiren mucize, sa­dece görüntü ve sesin değil, cismin de naklini içeriyor. Bununla sinema veya televizyonun estetik ya da etik boyutunu görmezlikten gelelim, demiyorum. Fakat bir içkinlik aracı olup olamayacağını düşünüyorum. Buna bağlı olarak epik yönünün otantik referansını da keşfetmeğe çabalıyorum. Belkıs'ın Tahtı Yemen'deyken, göz açıp kapayıncaya dek Şam'a getiriliyor. Ve çevresindeki insanların görüntüleriyle birlikte sesleri duyuluyor. Mucize, "Mutlak adaleti gerçekleştirmek istiyorsanız, yeryüzünü tümüyle görmeğe ve anlamağa çalışınız" di­yor.

Bu zimnî seslenişte, hikmete ve insanın yeryüzün­de halife oluşuna gönderme yer alıyor. Madem her in­sana yeryüzüne halife olma yeteneği verilmiştir, o halde herkes kulluk bilincine dayalı olarak çalışırsa, yeryüzü­nü her köşesindeki sesleri işitilen ve görülen bir bahçe­ye çevirebilir. İnsan varlığının anlamıyla sinema arasın­da böylesi bir ilgi aramak, görüntüyle hakikat arasın­daki denklemi kurmak zorundayız. Tarkovski'nin yargı­sına bir kez daha dönmek istiyorum: "Görüntü, bizim kör gözlerimizle bakmamıza izin verilen hakikatten bir izlenim..."

Hayat, sandığımızın aksine içinde bulunduğumuz andır. Hayatı genişletme, sonsuzlaştırma ve ‘yitirilmiş an'ın peşinden koşma, bizi, yapıp ettiklerimizi, olgusal deneyimlerimizi ve gelecekle ilgili tasarılarımızı kaydet­me sevdasına itmektedir.

Bu, geçmişin geleceği de kapsadığı düşüncesiyle çe­lişiyor gibi görünse de aslında, yaşadığımız anı ebedi­leştirme zorunluluğuyla örtüşür. Dünyevi bakış, yaşanı­lan an dışında her şeyi ölü görür. O ‘an'dan sonra tüm zaman ve mazrufu hiçleşmiştir. Güvendiğimiz maddi ya­şayış, velilerin an-ı seyyale biçiminde tanımladıkları gibi anlıktır. Oysa nefsin ve dünyevi gerçekliğin çeperini par­çalayıp ruh, kalp ve sırrın yaşayış düzlemine çıktığımız­da, ölmüş olan geçmişi ve henüz yok olan geleceği şim­diki zamandaymış gibi duyumsayabiliriz. Bu, zaman ve mekânla ilgili dünyevi gerçekliği aşan peygamber, melek ve velilerin yaşadığı bir olgusal gerçekliktir. Cebrail (as)'in İslam Peygamberi'nin  yanında Dıhye adlı bir sahabenin görünümüyle bulunduğu sırada, aynı zamanda Allah'ın huzurunda haşmetli kanatlarıyla büyük göğün önünde secdeye varışı ya da pek çok yerde ilahî buyrukları bildirişi... Velilerin ışıklı bir ruh özelliği kazanan ab­dallarının bir anda farklı yerlerde, farklı işler görebilme­leri... İnsanın yapıp ettiklerinin Allah tarafından yargı­lanmak üzere kaydedilmesiyle, olgusal biçimler ve gö­rüntüler içinde kaydedilen zaman arasındaki ilgi, sinemanın henüz kullanılmamış olanakları üzerinde akıl yü­rütmemizi gerektiriyor.

Gerçeklik beş duyuyla algı­ladığımızın dışındaki zenginlik alanını da işaret ediyor­sa, imge gerçekliğin ta kendisidir. Figürel tasviri yasak­layan İslam düşüncesi, sonsuz bir illüstrasyon alanı açmıştı. Sinemasal anlatımda, kimi zaman bir simgesel imleme, dünyanın benzersiz bir görüntüsünü verebilir.

Tarkovski'ye tüm varsayımların­da hareket noktası olan da budur. İnsanın varlığını inşa ettiği şey... Yeryüzündeki bu kısacık serüvenimizde son­suz âleme ait her davranışımız kaydedilmektedir. Sine­manın kaydedilmiş zaman oluşuyla şaşılası bir benzer­liği, kendi dünyevî maceramızda da yaşıyoruz. Zaman ve mekânın genişletilmesi ve zenginleştirilmesi insanın ebedilik özelliğiyle ilgili olduğu kadar, yazgısını sahte ideallere bağlı olmaktan kurtarma zorunluluğuyla da il­gilidir. Sinemanın bu temel sorun karşısında yüceltilme­si ya da amaçsız fantazilerin ifade aracı kılınması, in­sanlık için talihsiz bir sonuç olsa gerek.

Gerçeklik beş duyuyla algı­ladığımızın dışındaki zenginlik alanını da işaret ediyor­sa, imge gerçekliğin ta kendisidir. Figürel tasviri yasak­layan İslam düşüncesi, sonsuz bir illüstrasyon alanı açmıştı. Sinemasal anlatımda, kimi zaman bir simgesel imleme, dünyanın benzersiz bir görüntüsünü verebilir. Bütünü anlatmak için bir parçanın imlenmesi yeterli olabilir. Bu, her şeyi bilmek ve görmek isteyen determi­nist izleyici kulağına ters gelebilir. Fakat kamera dün­yayı dolaysız bir biçimde gözlemler. Bu anlatım düzeyi­ne ulaşmış filmlerde, herkes kendisini seyredebilir. Bu nitelikte olmayan filmler, genellikle seyircinin deneyim­lerini hesaba katmayanlardır.

İmgesel sinemayla şiirsel sinemayı ayırmanın gere­ğine işaret eden Tarkovski, filmin doğasını belirleyen resimsellikle şiirselliğin çakışmadığından söz ediyor. Şi­irsel sinema, simge, alegori ve bunlara uygun retorik tipler üretiyor. Bir tür sahte gerçeklik. Hakikatten uzaklaşma tehlikesini içeren bu anlatım biçimine Hü­seyin Nasr'ın yaklaşımı, dönüştürülebilecek bir feno­men olduğu düşüncesine dayanıyor: "Sinemayı iyi ta­nımlamalıyız. Başlangıcında bir eğlence aracı olarak düşünülen sinemanın manevi gerçeklerden uzaklaşmış kişilere bir şeyler anlatması bakımından çok güçlü bir etkiye sahip olduğunu teslim etmeliyiz. Sinemanın bir sanat olarak -İslam sanatı olarak demiyorum- İslam uygarlığının artistik ve manevi-ahlakî boyutunu bir sa­nat formu içerisinde ifade edebilecek şekilde geliştiril­mesi mümkündür."

Hayata yakınlığı nedeniyle sinema, gerçeklik olgu­suyla diğer sanat alanlarından daha çok ilgilidir. Ger­çeklikle güzellik arasındaki ilgiyi düşündüğümüzde, yanılsamanın seyirci açısından ne denli tehlikeli oldu­ğunu ayrımsayabiliriz. Perdede izlediğini gerçek sanan seyirci için sinema, düpedüz bir cürüm aracı olabil­mektedir. Şiddet ve cinselliği kışkırtan ve sahte değer­ler üreten örneklerin çoğunlukta olduğu bir ortamda, epik bir dili öne çıkarmak, uyuşuk seyirci için diriltici bir soluk olabilecektir. Şaşırtıcı görsel efektlerin, fan­tastik kurguların ve tümüyle yapıntı Hollywood pro­düksiyonlarının uyuşturduğu çağdaş sinema izleyicisi, tragedya ya da komedya izlediğinin bile ayrımında ol­madan katharsisin hortlatıldığı bir süreç yaşıyor... Se­yirci salonda iki saat boyunca şaşkınlığa uğruyor. Zihinsel üretkenliği  köreltiliyor, soyutlama yeteneği zayıflatı­lıyor. Perdede izlediği oyuna kendi deneyimleriyle katıl­masına imkân verilmiyor. Antik Yunanlıdan daha edilgindir günümüz sinema izleyicisi. Eğlence anlayışı, aktivitesini tüketmektedir. "Ruhu tutkulardan arındır­ma" yerini, "ruhu tutkular içinde yakma ve aklı sersemleştirme"ye terketmiştir.