Gerek Kur’an’ın, geçmiş toplumlar ve peygamberler ile ilgili naklettiği haberler, gerekse Kur’an’ın Müslümanlar için “en güzel örnek” olarak takdim ettiği Hz. Peygamber’in hayatını öğrenmeye duyulan ilginin sonucunda ortaya çıkan sözlü ve yazılı malzemeler, İslam dünyasında tarih yazıcılığının gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Başlangıçta Hz. Peygamber’in hayatına odaklanan bu yazım faaliyeti, Müslümanların farklı din ve kültürdeki toplumlarla karşılaşmalarının sonucunda daha çeşitlenmiş ve farklı konu, tür ve tarzlarda eserlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. İslâm öncesi devirlerden itibaren meşhur şahsiyetlerin hayatlarını derleyen biyografi türü eserlerin kaleme alındığı veya ağızdan ağıza dolaştığı bilinmekteyse de, bu eserlerin kapsam ve yöntem itibariyle siyerden farklı olduğunu ifade etmemiz gerekir. Müslümanların Peygamber’in hayatını öğrenmeye duydukları doğal ilginin bir sonucu olarak ortaya çıkan Siyer ve Megâzî yazıcılığı, İslâm tarihçiliğinin de ilk örneklerini teşkil eder.
En genel haliyle “geçmişi konu edinen” bir ilim dalı olarak tanımlanan “tarih” kavramı Kur’an’da geçmezken, bunun yerine, tanık olma neticesinde gerçeklere uygun bilgi verme anlamında “haber”, geçmişte yaşanmış olayların bilgisini ihtiva eden “kıssa”, henüz olmuş olanın bilgisini taşıyan “hadis”, asılsız tarihi olay ve inanışlar anlamında “usture”nin çoğulu olan “esatir” kelimeleri kullanılmıştır.[3] Yine Araplar arasında tarih fikrini ifade etmek üzere yaygın olarak kullanılan “haber”in çoğulu olan “ahbâr”, zaman içinde anlam değiştirerek Resulullah’ın amel ve sözleriyle ilgili bilgileri ihtiva etmiş; sonraki zamanlarda ise “tarih kitapları”nın yerini almıştır.[4]
Hz. Peygamber’in davranışları, söyledikleri ve şahsiyetini inceleyen bir başka ilim dalı olan hadis ile siyerin konuları itibariyle iç içe geçmesi, metodolojisi ve yaklaşımı oldukça farklı olan bu iki ilimin kimi zaman karıştırılmasına sebep olmuştur. Her iki ilime de kaynaklık eden bilgilerin neredeyse tamamen nakle dayalı bir yöntemle aktarılmış olması da bu karışıklığı pekiştirmiştir.
Esasında tarih ilminin bir dalı olarak siyer, tabii olarak nakledilen olayları belli bir zaman ve mekân bağlamında değerlendirirken, hatta sened zinciri ile olayın uzatılmasından kaçınarak, metnin bütünlüğü ve olay örgüsüne odaklanırken, hadis ilmi nakledilen içerik ve nakil zinciri üzerinde yoğunlaşır; sened kopukluklarının giderilmesini esas alır. Rivayet edilen olayın, belli bir zaman veya mekân dilimine yerleştirilmesine çalışmaz. Bu farklılığa rağmen, hadis yöntemi, siyere kaynaklık eden rivayetlerin aktarımında da belli ölçüde etkili olmuş; bu sayede özellikle senedi güçlü rivayetlerle sağlamlığı tesbit edilememiş olanların büyük oranda ayrıştırılması mümkün olabilmiştir.[5] Bununla birlikte siyer eserlerinin en başlardan itibaren tabii bir tarzı olan güzelleme ve edebî anlatım tarzı, rivayetlerin tasnifini zorlaştırmış; bu anlamda rivayetler konusunda, hadislerde olduğu gibi sıkı bir metodolojik tasnifin yapılması mümkün olamamıştır.
Hadis ile siyerin konuları itibariyle iç içe geçmesi, metodolojisi ve yaklaşımı oldukça farklı olan bu iki ilimin kimi zaman karıştırılmasına sebep olmuştur.
Siyer Bir Biyografi Türü müdür?
Hadis için çok önemli bir ilke olan, bir hadise ile ilgili rivayette bulunan ravilerin, ilk raviye kadar kaydedilmesi kaidesini siyere tatbik etmek, kolay değildir. Zira Hz. Peygamber’in doğumu ve çocukluk dönemine ait rivayetlerin silsilesi tam değildir. Ashaptan kimsenin, doğum olayını anlatacak kadar yaşlı olmaması, bu rivayetlerin muttasıl senetli olmasını mümkün kılmamaktadır. Yine bir başka engel, olay örgüsünün önemsenmesi nedeniyle, boşlukların doldurulması için bazen muteber olmayan rivayetlerin kullanımına ihtiyaç duyulmasıdır.[6]
Herşeyden önce siyerin esas itibariyle kişi eksenli bir tarihyazımı olması, biyografik tarihyazımı ile ilgili akla gelen problemlerin burada da karşımıza çıkmasına sebep olmaktadır.
Biyografi, esas itibariyle bir kişinin hayatınının bir kısmını veya tamamını anlama ve anlatma gayretiyle bir başkasının kaleme aldığı eserlere verilen genel tabirdir. Bu haliyle esasında biyografi, külli tarihin bir kırılımı, özelin tarihini açıklama çabası gibi durmaktadır. Biyografiye söz konusu olan kişilerin hemen hemen her zaman “önemli şahsiyetler” olması ve söz konusu şahsiyetlerin genel tarih akışı içinde “kayda değer” bir yer tutması, biyografik eserleri tarihin önemli kaynaklarından biri yapmıştır. Halkin’in ifadesiyle, biyografinin konusu ne kadar az meşhursa, tarihte yaptığı çarpıtma da o nispette daha küçük olacaktır. Biyografiye konu “büyük şahsiyetlerin” içlerinde bulundukları ortamla karşılıklı etkileşimlerinin, dönemin ortalama bir kişiliğinden çok daha fazla olması, olaylarla kişiler arasındaki ilişkinin yönü konusunda ciddi şüphelerin oluşmasına yol açmıştır. Biyografi, konu edindiği kişi ölmüş ya da yaşıyor olsun, “tarihi” olan insanlarla ilgilenir ve onların “olmuş bitmiş” geçmişleri üzerinde konuşur. Kaynaklarını, belgelerini, tanıklarını toplarken, onların gerçeklik değerinden yola çıkar. Bu yanıyla, geçmişi ele alışıyla biyografi tabii olarak tarihîdir.[7]
Bununla birlikte biyografinin, tarih yazımının bir alt kolu olarak değerlendirilmesi hususu tartışmalıdır. Herşeyden önce, gerçeğin yeniden inşası anlamında, bizzat tarih yazımının kendisi sorunludur. Tarihten günümüze kalan kaynak ve delillerle, olayların gerçekleştiği ortamı birebir inşa etmek yetersiz olduğu için, tarih yazımına ister istemez bir “fiction”, bir kurgu unsuru dâhil olur. Tarihte yapılan, bir yeniden inşa, Collingwood’un tabiri ile bir tasavvur ve tasarım çabasıdır.[8] Öte yandan biyografi, aynı kaynaklardan hareketle sadece olgu ve olaylara değil, aynı zamanda o olgu ve olaylarla etkileşim içinde olan öznelere odaklandığı ve bu anlamda, bırakınız geçmişi, şimdiki zamanda dahi zor ölçülebilir, zor gözlemlenebilir ruh hallerini, iç hesapları, dışa vurulmayan veya dışarıya kasıtlı ve kasıtsız olarak yanlış bir şekilde yansıyan çıkarları, hayalleri, hedefleri okumaya çalıştığı için de sorunludur. Bu anlamda “fiction” özelliği oldukça barizdir. Tabii olarak bu durum biyografi yazımına yansır. Biyografiler, hakiki olmaktan çok, inşa edilmiş hayat hikayeleri sunarlar. Bu tarz, biyografiye, bir yorum gücü ve anlatım zenginliği katarak düşünsel ve sanatsal bir zenginlik kazandırsa da, onun ilmî değerini zayıflatır.
Troyat’ın, Dostoyevski’nin biyografisini ele aldığı çalışmasının başında sarfettiği sözler, dikkate değerdir: “Nice ünlü adamların yaşamları, yapıtları ölçüsünde değildir. Bu dosdoğru yaşantılar karşısında biyografya yazarı romancı heveslerine kapılır; tamamlar, yorumlar, türetir. Gerçeklerden çok sanatını, kahramanından çok kendini düşünür. Büyük bir adama hizmet edemez, ondan faydalanır.” Bu yanıyla biyografi, biyografi yazan kişi ile yazılan kişi arasında gerçekleşen bir alışveriştir.Nitekim biyografik eserlerde sıklıkla karşılaşılan bu durum, biyografinin çoğu zaman “edebiyatın bir alt dalı” olarak tasnif edilmesine de sebep olmuş; biyografi, tarihle edebiyat arasında bir yerde mevzilenmiştir. Biyografi, tarihsel olayları; kaynaklara, belgelere, tanıklıklara dayalı olarak sunmak istemesiyle tarihsel bir nitelik kazanmış ve tarihsel bir yöntem kullanmıştır. Diğer yandan bu sunuma kendi üslubunu, kendi hayal gücünü, kendi kurgusunu, kendi kişisel değerlerini, kendi bakış açısını, kısaca kendi kişisel dünyasını katmasıyla da tarih disiplininden uzaklaşarak edebi bir tür olan romana yaklaşmıştır. Ancak roman okuyucusu, yazarın kurgusu olan bir okuma yaptığını bildiği halde, okuduğu olay ve kişilerin gerçek olduğundan emin olmak isteyen ve hep bunu varsayan biyografi okuru için, bu tarz bir metin sorun teşkil edebilmektedir.[9]
Bu alışveriş, öncelikle yazılacak kişinin yeterince anlaşılmasını, derinlemesine incelenmesini gerektirir. Ancak bir insanın içsel ve mahrem süreci, bir takım görüntülere dayanarak ne kadar anlaşılabilir? Bu “anlama”, olsa olsa bir tahmin ve kişisel bir yorum olabilir. Bu noktada biyografi, tarihsel özelliğinden uzaklaşarak ebebiyata yakınlaşır.[10]
Biyografinin Osmanlı Türkçesindeki karşılığı olan “tercüme-i hal” de yaşanan bir ömrün, kişiye özgü bir halin, başkalarına kapalı olan bir yaşantının ifşası ve anlaşılır bir dille ifadesi anlamına gelir. Bu tanım, biyografinin başkasını anlamaya yönelik bir çaba olduğunu ortaya koymakla birlikte, her zaman başkasına açık olmayan, kişiye özgülüğü ile ancak bir kişide karşılık bulan kapalı bir dünyayı açma görevine de vurgu yapar. Bu nedenle biyografi bireyi yalnız bütün insanlarda görülen ortak yaşantı ile değil, aynı zamanda kendine özgü hali ve karakteri ile veren ve bunu etraflıca yapması gereken bir disiplin olarak dikkat çeker.
Biyografiler, hemen her zaman övücü veya suçlayıcı unsurları bünyesinde taşırlar. Yazarın, esere konu şahsa yaklaşımını, genellikle eseri kaleme aldıran gerekçe belirler ve bu da çoğunlukla tarafgir duygularla beslenir. Biyografi yazarlarında objektif bir meraktan ziyade çoğunlukla hayranlık veya husumet ön plana çıkar. Bu durum, özellikle XIX. yüzyıl öncesi biyografilerinde ve yazılan kişinin bir peygamber, aziz ya da dini lider olduğu durumlarda daha belirgindir. Zira ilk biyografiler daha ziyade kahramanlar, krallar, bilgeler, örnek kişilikler ve belli bir dinin önde gelenlerini irdelemiş; keramet sahiplerinin menkıbelerini ele almış ve önemli ölçüde hayranlık ve okuyanlara örnek gösterme özelliği ile öne çıkmıştır. Konu kişilikler efsaneleştirilmiş; anlatımda mübalağalı bir tarz benimsenmiştir.
Bu durumda biyografiye konu kişilik, bazen ululaştırılırken, bazen de hicvedilmekte; ancak daha sıklıkla içinde bulunduğu bağlamdan koparılmaktadır. Batı örneğinde Yunan, Roma ve bilahare Kilise dönemi biyografilerinin, şahsiyeti ön plana çıkaran ve istisnai bir şekilde yorumlayan eserler olması, Batılı tarihçilerin biyografik tarihyazımına karşı mesafeli durmasına sebep olmuştur.[11] Tüm bunlara rağmen biyografilerin başka tarih kaynaklarında bulunamayacak malzemeyi barındırıyor olmaları, bu tür eserleri tarih ilmi açısından oldukça değerli kılmaktadır.Keza ele alınan kişi bir din adamı olduğunda, bu eğilim çok daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Zira yazan kişi ya bu din adamına inanmaktadır ya da inanmamaktadır. İnanan, ilgilendiği kişiyi yüceltecek, inanmayan ise yanlışlığını, sapkınlığını vurgulayacak veya en iyi ihtimalle psikolojik açıklamalara sığınacaktır. Övgü ve yerginin ortasını bulmak, bilimsel bir serinkanlılığı ve eleştirel bir yaklaşımı gerektirmektedir.
Genel özelliklerini verdiğimiz biyografik tarihyazımına konu hususların, siyer yazımında da kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Özellikle yazar ile yazılan arasındaki istisnai ilişkinin, siyerde çok daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Siyerin biyografik özelliğinin, Oryantalist tarihçilerde, genelde din, özelde de İslâm karşısında beslenen önyargılarla birleşmesi, siyere karşı konan mesefeyi daha da derinleştirmiştir. Zira siyer, tabiatı icabı belli bir şahsiyeti yüceltmekte ve onu içinde bulunduğu toplumu ciddi anlamda dönüştüren bir mevkiye koymaktadır. Bu “ferdiyetçi biyografi” yaklaşımının, toplumsal şartların kişileri ön plana çıkardığını savunan dönemin materyalist ve pozitivist tarih anlayışı ile de çatıştığı açıktır.
Siyer, netice itibariyle algılarımızla algılayamadığımız ve aklımızla tahayyül edemeyeceğimiz bir âlemden mesaj aldığını söyleyen tarihî bir şahsiyeti, yine büyük çoğunluğu bu şahsiyetin mesajına inanmış olan insanların rivayetleriyle değerlendirmektedir. Bu değerlendirmede Hz. Muhammed (sav)’in bir peygamber olduğuna inanıp inanmama meselesi, oldukça önemli bir kriter olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira İslâmi inanışa göre 40 yaşında Peygamber olan bir insanın hayatında yaşanan bu ani değişimin izahını, sadece tarihin imkânlarıyla izah etmeye çalışmak, oldukça müşkül kalmaktadır. Böyle bir yaklaşımı, materyalist ve hümanist kimliğiyle ortaya çıkan kimi tarihçiler denemiştir ve neticede Peygamber’in şahsında samimiyet ile sanrılı ruh halini, siyasi deha ile saflığı, toplumsal çekim gücü ile inzivayı seven ruh halini, yaşadığı toplum için yadırganacak kadar geç bir yaşta evlenmekle çok eşliliği bir araya getirmeye çalışan tutarsız bir kişilik icat etmek durumunda kalmışlardır.[12]
Dipnotlar
[1] Mustafa Fayda, “Siyer ve Megâzi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXXVII, İstanbul 2009, s. 319; Sabri Hizmetli, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Ankara 1991, s. 48.
[2] Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, Milel ve Nihal, IV, sayı 3, Eylül-Aralık 2007, s. 130
[3] Fatih Oğuzay, “İslâm Dünyasında Tarih Yazıcılığı”, Bülten İlam, sayı 11, 2010, s. 24
[4] Hizmetli, s. 6
[5] Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih – Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s. 18, 21.
[6] Hizmetli, s. 50-1.
[7] Vefa Taşdelen, “Biyografi: Ötekine Yolculuk”, Milli Eğitim, sayı 172, Güz 2006, s. 8, 15.
[8] R.G. Collingwood, Tarih Tasarımı, çev. Kurtuluş Dinçer, Ankara 1996, s. 39-41.
[9] Taşdelen, s. 12
[10] Taşdelen, s. 12-3.
[11] Leon – E. Halkin, Tarih Tenkidinin Unsurları, çev. Bahaeddin Yediyıldız, Ankara 1989, s. 55-9.
[12] Bu tür bir yaklaşıma örnek olarak mesela bkz. Maxime Rodinson, Hazreti Muhammed – Yeni Bir Dünyanın, Dinin ve Silahlı Bir Peygamberin Doğuşu, İstanbul 1997.