Nerede ve ne durumda olunursa olunsun, Allaha karşı saygılı olmak ve Onun emirlerini ihlal etmekten sakınmak müttakilerin özelliğidir. Hz. Peygamber'in “ihsan” mertebesi olarak tarif ettiği, “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek” de (Müslim, İman, 1) böyle bir şeydir. Her şeyi, gören bilen, işiten ve bütün gizliliklere vakıf olan bir Yaratıcıya inanmanın doğal sonucu budur. Hangi görev ve statüde bulunursa bulunsun, sürekli Cenabı Hakk’ın gözetim ve denetiminde olduğunu bilen bir müminin bilerek günah işlemesi ve günahında ısrar etmesi kolay değildir. İşte bu duyarlılık içinde olan bir mü’minden kimseye zarar gelmez. Gerçek dindarlardan zarar gelmeyeceği kanaati, böyle kimselerin sürekli bir nefs muhasebesi (otokontrol) içinde bulunmalarından dolayıdır. Hâlbuki bu duyarlılığa sahip olmayan, haram-helal ve hesap endişesi taşımayan bir kimsenin nasıl tehlikeli olabileceği, ecdadımız tarafından, “kork Allah’tan korkmayandan” atasözüyle veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Araplar da bunu “Allah’tan utanmıyorsan dilediğini yap” şeklinde dile getirmişlerdir.
İnsanın günah işlemekten masûn (korunmuş) olmadığını dikkate alan sevgili Peygamberimiz, bunun da çaresini göstermiş, yapılan bir yanlışın ardından onu unutturacak ve izini silecek bir iyiliğin yapılmasını tavsiye etmiştir. Çünkü Cenabı Hak, “iyiliklerin kötülükleri yok edeceğini” (Hud, 114) bildirmektedir. “…Kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlar, güzel sona ulaşacak olanlardır.” (Ra’d, 22) Yarattığı kulunun zaaflarını ve günah işleme potansiyelini iyi bilen Yüce Allah bu yüzden tevbe kapısını sürekli açık bırakmıştır. Önemli olan, hatayı ve yanlışı fark edip vazgeçmek, bunu telafi edecek iyiliklere yönelmektir. İyi Müslüman, iyiliği çok olan, mizanda sevabı ağır basan Müslümandır.(Kâria, 6-7) Esas olan, “hatasız kul olmaz” gerçeğinden hareketle, sıfırlanamayan hataların asgariye indirilmeye çalışılmasıdır. İyiliklerin, güzelliklerin çoğaldığı bir dünyada kötülükler kimseye zarar veremeyecek bir marjinalliğe itilebilir. Şeytanı tamamen işsiz-güçsüz bırakmayacak kadar bir kötülüğün kolayca kontrol altında tutulabileceği aşikârdır. Bunun yolu da, yapılan bir yanlışa birkaç misli doğruyla karşılık vermek, işlenen bir günahı, iyilik ve sevap yağmuruyla silip süpürmektir.
Hadisimizin son cümlesi, insanlarla ilişkimizde güzel ahlakı esas almamızı, yani onlara güzel davranmamızı tavsiye etmektedir. Takva sahibi olmanın doğal sonucu budur. Kişinin kendi halinde iyi bir insan olması, münzevi bir halde Allah’a karşı görevlerini yerine getiriyor olması yeterli değildir. Allah’a olan itaat ve saygısını toplum içinde de göstermesi şarttır. Bu da, diğer insanlarla ilişkisinde ortaya çıkacaktır. Çünkü kişi, orada cömertliğini, yardımseverliğini gösterecek, öfkesini yenmeyi, insanları affetmeyi orada öğrenecektir. Sabrı, sevgiyi, paylaşmayı, dayanışmayı orada hayata geçirecektir. Onun için takvânın, yani iyi Müslüman olmanın gerçek ölçüsü dağ başında değil toplumsal hayatta ortaya çıkar. Kur'an'da “daha hayırlı olduğu” bildirilen “takvâ elbisesine” (A'raf,26) bürünebilmek için, sevgili Peygamberimizin şu duasını tekrarlayarak Cenabı Hakk'ın yardımına sığınmak ve bu yolda gerekli çabayı göstermek hepimizin görevi olmalıdır: "Ey Allah’ım! Ben senden hidayet ve takvâ, iffet ve (kimseye muhtaç olmayacak) zenginlik istiyorum." (Tirmizi, Daavât, 73)