İBADET
"Abd" kökünden gelen bu kelime, tasavvufta Allah rızasına yönelik her türlü hareket ve davranışı içine alır. "Ben insanları ve cinleri, ‘Ben'i tanıyıp ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56) ayetine dayanır.(2)
TAKVA
Kelime anlamı herhangi bir "tehlikeden korunmak" demektir. Tasavvufi manada takva, kalbi günahlardan temizlemek demektir. Ehl-i hakikate göre takva, kişinin Allah'a itaatle ilahi cezadan sakınmasıdır. Bir başka ifadeyle takva, "Seni Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmandır."(3) Aynı zamanda mutasavvıflar tarafından sınırları korumak ve ahde vefa olarak da ifade edilmektedir.(4) Dolayısıyla takva için bütün iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir, denilmektedir. Takvanın aslı önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en sonra da fuzuli ve lüzumsuz olan şeyleri de terk etmektir.(5)
VERÂ
El çekmek, uzak durmak demektir. Haram ve yasak olan şeylere düşmemek için, şüphelilerden sakınmaktır. Bir başka ifadeyle, ağızdan kalbe giren ve çıkanın Allah ve Resul'ünün sevdiği şeyler olmasına dikkat etmektir. Resulullah (Sav) "Kişinin kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi İslam'ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir." (Tirmizî, Zühd) buyurmuştur.
Verâ, zühdün başlangıcı sayılır. Çünkü verâ şüpheliyi, zühd ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Verâ, Kur'ân ayetlerinde geçmez. Fakat hadis-i şeriflerde çok defa geçmektedir. Hadislerde bu kavram, genellikle haram ve şüpheli şeylerden sakınmak anlamında kullanılmıştır. Sufiler, Peygamberimiz'in "Verâdan daha kolay ve sağlam bir yol görmedim." (Buhari, Buyû', 3) "Gönlüne şüphe düşüren şeyi bırak, şüphe düşürmeyene bak!" (Buhari, Buyû', 3) gibi hadis-i şeriflerini esas alarak, verânın hassasiyetle uygulanmasının, kişinin günah ve şüpheli olan şeyleri tanımasına yardımcı olacak bir sezgi ve duyuş özelliği kazandıracağını ifade etmiştir.(6) Yahya b. Muaz şöyle der: "Verânın iki şekli vardır: Zahirî verâ; Allah Teala'nın rızasından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir. Batınî verâ; kalbine Allah Teala'dan başka bir şeyin girmemesidir."(7)
TEVBE
Tevbe; günahtan dönüp edip Hakk'a yönelmektir. Genellikle tasavvufi makamların ilki sayılır. Tevbe, tasavvufta şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmek olarak kabul edilir. (8) Peygamberimiz tevbeyi nedamet olarak tanımlamıştır. Tasavvufta tevbenin sağlıklı olabilmesi için, mazi, hâl ve istikbale ait şu üç esasın bulunması şarttır:
1. Yapılan günahlara pişmanlık (mazi)
2. Günahlardan sıyrılmak (hâl)
3. Bir daha günaha dönmemeye azmetmek (istikbal)(9)
Tevbe, bazı mutasavvıflarca üç derecede incelenmiştir:
1. Tevbe: Allah'ın azabından korkarak günahı terk etmek. Bu birinci basamaktır.
2. İnabe: Allah'ın sevap ve mükâfatına bel bağlayarak O'na yönelmesidir. Tevbenin orta noktasıdır.
3. Evbe: Hakk'ın rızasını kazanmak ve sadece O'na yönelmektir. Bu en ileri derecedir.(10)
ZİKİR
Unutmamak, hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, anmak demektir. Kur'ân'da zikir genellikle lügat anlamlarına uygun şekilde Allah'ı anmak, O'nu daima hatırlayıp hiç unutmamak manalarında kullanıldığı gibi "namaz" ve "Kur'ân" gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zikrin fazileti hadislerde de övülmüştür. Tasavvuf erbabı, ayet ve hadislerin aydınlığında zikri, tarikatların "üssü'l-esas"ı saymışlardır. Zikir kulun Rabbine yaklaşmasını sağlayan en büyük ibadet olarak nitelenmiştir.(11) Ancak zikrin gizli veya aşikâr yapılışı hususunda farklı görüş ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Tarikatlar, tarihi seyri içinde ferdî ve toplu zikre büyük önem vererek, bunun icra şekli konusunda değişik usuller geliştirmişlerdir. Toplu zikre genellikle sema, ayin, hadr gibi; ferdî zikir türleri de lisanın, kalbin, hafînin, ahfânın, sırrın zikri gibi adlar almıştır.(12)
MURAKABE
Lügat anlamı itibariyle denetlemek, kontrol etmek manalarına gelen bu kavram Kur'ân'da değişik biçimlerde geçer. Bir tasavvuf kavramı olarak murakabe, kulun gönlüne ve iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerine Allah'ın muttali olduğunu bilmesi ve bu sebeple kalbini ilahi zikirden alıkoyacak kötü düşüncelerden arıtmasıdır. Hem içte hem dışta Hakk'a yönelmenin maksadını sürekli düşünmek demektir.(13) Bir hadiste "ihsan" olarak ifade edilen, "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmek, ya da Allah'ın bizi gördüğü duygusuyla ibadet" anlayışı, murakabe kavramına işaret sayılmıştır. Murakabe bir bakıma kalbî ve zihnî teksiftir. Gönüldeki ve kalpteki düşüncenin "Allah" zikri ve fikri etrafında yoğunlaştırılmasıdır.(14) Zira murakabe, kulun Hak Teâlâ'nın her halükârda onu denetlemekte olduğunu bilmesidir.(15)
İTMİNAN
İtminan kelimesinin sözlük anlamı, sıkıntıdan sonra sükûnete ermek, karışıklıktan sonra düzelmek şeklinde ifade edilebilir. Kur'ân'da on üç yerde geçen bu kavram, kalp ve gönlün bir şeye güvenip bağlanması ve bu güvenle huzura ermesi demektir. Tasavvufi olarak itminan kalpte hiçbir şüpheye yer bırakmadan Allah'a yönelmektir. İtminan, kalbi aklına galip, imanı kavi, ilimde derinlik sahibi, zihni duru, özü sağlam kimselerin halidir.(16)
SIDK
Doğruluk, gerçeklik ve kalp temizliği gibi anlamlar ifade eder. Kelam âlimlerinin peygamberlik sıfatı saydığı bir özelliktir. Sıdk, söz, fiil ve davranışlardaki tutarlılık, iç ve dışın birbirine uygunluğu demektir. Gazzali'nin ifadesine göre sıdk, hem lisanda, hem niyet ve iradede, hem de azim ve amelde olmalıdır. Bunlardan niyet ve iradedeki sıdkın adı ihlastır.(17)
İHLAS
Temiz ve katışıksız yapmak, seçmek, gönülden bağlılık demektir. İbadet ve davranışları yalnız Allah'a has kılarak yapmak, başka düşüncelerden temizlemektir. Tevhid inancının özüdür.
İhlas, riyanın zıddı olup kalbi, temizliğini bozacak düşüncelerden uzak tutmaktır. Sehl b. Abdullah Tüsterî'nin "insanlara en ağır gelen amel" diye tanımladığı ihlasın zorluğunun sebebi, nefse ait bir pay taşımamasıdır. Cüneyd Bağdadî ihlas hakkında şunları söyler: "İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin, heva ve heves onu fark edemez ki kendine meylettirsin."(18)
SABIR
Sabır, elem, sıkıntı ve belalara sızlanmayı terk etmek demektir. Sabır tasavvufta bir makam olduğu kadar, ahlakî bir kavramdır. Sabır iki yerde olur:
a. Kulun iradî fiillerinde
b. Kulun iradesi dışında kalan bela ve musibet anında
Sabır insana has bir sıfattır. Aynı zamanda hoşa giden şeylere de sabır gerekmektedir. Nimetlere sabır, onlara bel bağlayıp güvenmemektir.(19) Sabır, bütün makamları, halleri, ahlakları, amelleri ve halleri içerir. O halde hiçbir şey sabrın dışında değildir; çünkü sabır hüküm itibariyle makamların en geneli, etki olarak huyların en kapsamlısıdır. Hiçbir şey sabır olmaksızın tamamlanmaz.(20)
TEVEKKÜL
Lügatte, işini birine havale etmek, vekile kalpten güvenmek anlamlarına gelmektedir. Gönlünde Allah'tan başka fail olmadığı inancı taşıyan kulun O'na güvenip dayanmasıdır. Tevekkül, ilk zahid-sufilerden itibaren tasavvuf çevrelerinde değişik şekillerde anlaşılmıştır.
Mutasavvıflara göre tevekkül, bir kalp işi ve güven duygusu olması itibariyle üç derecede gerçekleşir:
a. Kulun kendi vekiline karşı itimadı gibi Allah'a güvenmesi
b. Kulun annesinden başkasını tanımayan çocuk gibi, sadece Allah'a yönelmesi
c. Kulun kendini gassal önünde meyyit, rüzgar önünde yaprak gibi Allah'a teslim etmesi
Tevekkülü, tevekkül, teslim ve tefviz diye üçe ayıranlar da vardır. Tevekkül, Allah'ın vaadine güvenmek, teslim, O'nun bilgisiyle yetinmek, tefviz de Hakk'ın hükmüne razı olmaktır.(21)
Tevekkül sahibinin hali şöyle anlatılır: O, kullardan herhangi bir beklenti ve ümit içinde olmaksızın kalp sükûneti kazanmış, onların sahip olduklarını düşünerek tasalanmayı bırakmış, tamahkârlığı terk ederek kalbini her şeyi planlayan ve kalpleri şekilden şekle sokan Allah Teala'ya adamış ve her şeyin arkasında Hakk'ın olduğunu söyleyebilen kimsedir.(22)
ŞÜKÜR
Şükür, nimeti vereni düşünüp nimetini ikrar ve itiraf ile bu ihsanından dolayı O'na hamd etmek ve o nimeti O'nun gösterdiği istikamette kullanmaktır. Bir başka ifadeyle ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek ifade etmektir.(24)Gazzali şükrü, halktan birisine padişahın at hediye etmesi örneğiyle anlatır: Böyle şanslı bir kişinin üç sebeple sevinmesi muhtemeldir: a. Ata sahip olduğu için, b. Padişah kendisini hatırladığı için, c. Bu at ile sultana hizmet etmek için.
Dolayısıyla şükür aynı zamanda Allah'ın verdiği nimeti, yine Allah'ın gösterdiği yolda ve O'na yakınlaşmaya vesile olarak kullanmaktır.(24)
RIZA
Hoşnutluk, beğenmek, izin, müsaade ve boyun kesmek demektir. İlahî hüküm karşısında kulun itirazsız boyun eğmesidir. Rıza, tasavvuf makamlarının en üstünü olarak kabul edilmiştir. İki boyutludur:
a. Kulun Allah'tan razı olması
b. Allah'ın kuldan razı olması
O, rızaya rızayla karşılık verir. Bu da ödül ve karşılığın zirvesi, ilahî lütfun zirve noktasıdır.(25) Rıza ile sevgi arasında bir ilişkinin bulunduğu bilinmektedir. Çünkü seven sevdiğinden gelen acıyı duymaz.(26) Rıza her konuda kaderin akışına teslim olmak, her hali güzel ve hoş karşılayıp Allah'ın kazasını başkasına şikayetten vazgeçmektir.
FAKR
İhtiyaç duyulan şeyin yokluğu demektir. Tasavvufta kulun kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Hakk'a bırakması, şahsının, amelinin, hâlinin ve makamının Allah'ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Bu yüzden bütün varlıklar ona muhtaçtır.(27) Sâlik [tasavvuf yolundaki yolcu] bu makama ulaştığında ruh, başka şeylere sapma ve ilgilenme kayıtlarından kurtulur. Gerçek fakr makamına ermek, hakikate dönmek anlamını taşır.(28)
ZÜHD
Allah'tan başka her şeyi gönülden çıkarmak, değer vermemek, ne varlığa sevinmek, ne de yokluğa üzülmek, Allah ile ganî, Allah ile Aziz olmaktır. Zühd, tasavvufun ilk şeklidir. Sufilere göre, eşyaya dair bütün isteklerin düşmesidir.(29) Bu sebeple zahid, elinde mevcut olan dünyalığa sevinmeyen ve elden çıkan için de hayıflanmayan kimse olarak kabul edilir. (30) Kısacası zühd, Allah ile olmayı önleyen her türlü masiva ve dedikodudan uzak durmak, kalpte onlara yer vermemektir.(31)
KANAAT
Elde olanla yetinmek, Allah'ın verdiğine sabredip razı olmaktır. Bir başka ifade ile çalışıp çabalayarak bütün gayretini sarf ettikten sonra, ele geçene razı olmaktır.(32) Bişr Hafî, "Kanaat bir melektir. O ancak müminin kalbinde ikamet eder." sözüyle mutasavvıfların kanaatin önem ve özelliğine işaret etmektedir.(33)
İSTİKAMET
Düzgün ve doğru hareket etmek, bir şeyin hakkını tam vererek yapmak demektir. İstikamet, haddi aşmanın zıddıdır. İstikamet tasavvufta genellikle keramet ile birlikte kullanılır ve "kuldan beklenilenin keramet değil, istikamet olduğu" sıkça vurgulanır.(34) Çünkü mutasavvıflara göre istikamet, amellere hayat veren ve hallerin arınmasını sağlayan bir ruh olarak kabul edilir.(35)
1) Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yay., İstanbul 2002, s. 153.
2) A.g.e, s. 156
3) A.g.e, s.157
4) Bu konuda bilgi için bkz. Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, İz Yay., İstanbul 2004, s. 146-147.
5) Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 2003, s. 200-203.
6) Mesnevî, 1,477.
7) Yılmaz, a.g.e, s. 157-158.
8) Kuşeyrî, a.g.e, s. 204
9) A.g.e, s. 188.
10) Bu konuda bilgi için bkz. Ebu Tâlib Mekkî, Kûtü`l-Kulûb, İz Yay., İstanbul 2004, c. II, s. 158- 170.
11)Yılmaz, s. 159-161
12) Kaşani, s. 248
13) Yılmaz, s.162-164
14) Yılmaz, s.162-164
15) Yılmaz, s. 164-165
16) Yılmaz, s. 168-169, Kuşeyrî, s. 292-295
17) Yılmaz, s. 165-168
18) Yılmaz, s. 169, Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV, İstanbul 2001, s. 163-165
19) Yılmaz, s. 170-171
20) Kâşanî, s. 326
21) Yılmaz, s. 172-173
22) Tevbe konusunda geniş bilgi için bkz. Ebu Talib Mekkî, c. III, 17-128
23) Kuşeyrî, s. 258-259
24) Yılmaz, s. 173-174
25) Mekkî, c. III, s. 132
26) Yılmaz, s. 175-176
27) A.g.e, s. 177
28) Kâşanî, s. 438
29) A.g.e, s. 282
30) Kuşeyrî, s. 209
31) Yılmaz, s. 179
32) A.g.e, s. 180
33) Kuşeyrî, s. 246
34) Yılmaz, s. 181
35)Kâşanî, s. 57