Türk Edebiyatında Naatler

26 Mart 2018

Milletimizin Hz. Peygamber’e duyduğu sevgi, bağlılık ve hürmet hislerinin göstergesi olan bu türler arasında binlerce örneğiyle en çok kaleme alınmış olan tür ise naattir. Arapça bir kelime olan naat; bir kimsede bulunan özellikleri methederek anlatmak anlamını taşır. Edebî bir terim olarak da Hz. Muhammed (sav)’in methini konu edinen, O’nu övme amacıyla yazılan manzum ve mensur eserlere verilen bir isim, bir türün adıdır. Bu tür ve adıyla ilgili iki husus öncelikle dikkati çeker. Bunlardan birincisi; ölen birinin ardından yazılan, onu hayırla yad edip övgüsünü dile getiren methiyelere edebiyatımızda mersiye veya ağıt denilirken Hz. Peygamber için kaleme alınan övgülere naat adının verilmesi O’nun daima hayatla bağlantılı, gönüllerdeki muhabbetle canlı olduğu inancının aksettirilmesidir. İkinci husus da dünya üzerinde Hz. Peygamber dışında hiçbir insanın övgüsüne hasredilen edebî bir türün mevcut olmaması, bu konuda naatların istisnai bir durum arz etmesidir.

Kaynağı Arap edebiyatı olan ve bu edebiyatta "medhiyye" başlığı altında yer alan naatlerin Asr-ı Saadet'te yazılmaya başlandığı düşünülürse de naat muhtevalı ilk şiirin Hz. Peygamber’in dünyaya gelişinden yedi asır önceye ait olması da benzeri görülmeyen enteresan bir hadisedir.

Âlimlerden semavi kitaplarda müjdelenen son peygamber Hz. Muhammed (sav)’in geleceğini öğrenen Es’ad Ebû Kerîb el-Himyerî, kaleme aldığı birkaç beyitlik şiirde, beklenen peygamberin Allah’ın Rasûlü olduğuna dair inancını ve O’nun zamanına yetişmesi halinde O'na büyük bir sadakatle bağlanacağını belirtmiş; Ebû Kerîb’in asırlar önce söylediği bu küçük manzume muhafaza edilmiş, şair de Hz. Peygamber tarafından Ehl-i Tevhid olarak nitelenme şansına sahip olmuştur.

Arap edebiyatında, Asr-ı Saadet'te A’şâ ve Ka’b bin Züheyr’in kasideleriyle ilk örnekleri görülen naatler; Hassan bin Sâbit, Abdullah ibn Revâha, Ka’b bin Malik, Âmir bin Sinâni’l-Ekvâ ve Enceşe gibi "Şuarâü’n-Nebî" (Peygamber şairleri) lakabına layık görülen Arap şairleri tarafından kaleme alınmış, hicrî dördüncü asırdan itibaren bu methiyeler tam bir olgunluğa ve geleneksel tertip ve muhtevasına ulaşmıştır. Klasik Fars edebiyatında ise Hakîm Senâyî, Türk asıllı şair Genceli Nizâmî, Ferîdüddin Attâr, Sa’dî-i Şîrâzî, Emir Husrev-i Dihlevî ve Molla Câmî naat türünün en başarılı şairleridir.

Türk edebiyatında ilk naat; Türklerin İslamiyet’i kabulünden kısa bir süre sonra, Yusuf Has Hâcib’in 1069’da Kaşgar’da tamamladığı İslami Türk edebiyatının da ilk örneği olan Kutadgu Bilig’de görülür. Daha sonra Edib Ahmed Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakayık ve Ahmed-i Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’inde yer alan naatler, takip eden asırlarda Türklerin yaşadığı bütün alanlarda bir gelenek halinde devam etmiştir. Bu arada Çağatay edebiyatının zirveye ulaşan şairi Ali Şîr Nevâî’nin, divan ve mesnevilerinin tamamı yanında mensur eserlerinde de yer verdiği birçok naatle, naat şairi unvanına layık bir şahsiyet olduğu dikkatleri çeker.

Anadolu sahasında ise Mevlana’nın Farsça, Yunus Emre’nin Türkçe naatleriyle on üçüncü asırdan itibaren halk edebiyatı, divan edebiyatı ve Tanzimat’tan günümüze kadar uzanan son dönem edebiyatımızda tahmin edilebileceğinden çok daha fazla sayıda örnekle karşılaşırız.

Halk edebiyatında naatler konusu ele alınınca; öncelikle milletimizin edebî zevki, inancı ve hayata bakış tarzını çok sade bir dille aksettiren, bir kısmı zamanla halka mâl olup ilk söyleyeni unutulan anonim halk edebiyatı ürünlerinden destan, ninni, bilmece ve dualarda Hz. Peygamber’in övgüsüne ve özelliklerine yer verildiği görülür. Aşık edebiyatında ise on yedinci yüzyıldan itibaren naat muhtevasında müstakil şiirler söylenmeye başlanmış, bu gelenek günümüze kadar canlılığını muhafaza etmiştir. Bu arada dikkati çeken bir husus da Ermeni âşıkların, Türk âşıklardan etkilenerek Hz. Peygamber’i methetmeleri ve tamamen İslami muhtevada naatler söylemeleridir. Çıldırlı Âşık Şenlik (1850-1913) ile Ermeni Âşık Şenlik’in karşılaşmaları bu konuda güzel bir örnektir. Tasavvufi halk edebiyatı, bir başka deyişle tekke edebiyatında on üçüncü yüzyılda Yunus Emre ile başlayan naat geleneği çok zengin bir muhteva ile günümüze kadar devam etmiş; Eşrefoğlu Rûmî, Kemâl Ümmî, Dede Ömer Rûşenî, Şemseddin-i Sivasî, Muhyî, Azîz Mahmûd Hüdâyî, Abdülehad Nûrî, Niyâzî-i Mısrî, Sezâyî-i Gülşenî, Bursalı İsmâîl Hakkı, Müştak Baba, Kuddûsî, Erzurumlu Ketencizâde Mehmed Rüşdü, Ahmed Remzi Akyürek, Osman Kemâlî, Erzurumlu (Efe) Hacı Muhammed Lutfî ve Yaman Dede (Abdülkadir Keçeoğlu)’nin oluşturduğu bu zincirdeki şairlerin naatleri şöhret kazanan ve bir kısmı defalarca bestelenen başarılı örnekler olmuştur.

Klasik edebiyatımızda on dördüncü yüzyılda başlayarak altı asır boyunca son derece zengin ve güçlü bir şair kadrosuyla devam ettirilen naat geleneğinin yaygınlığına dair en belirgin delil ise divan, mesnevi ve mensur eserlerde yer alan binlerce naatin mevcudiyeti yanında mürettep divanında naatlara yer vermeyen şairlerin üç beş isimle sınırlı oluşudur. Bütün nazım şekilleriyle, hatta edebiyatımızda örnekleri nadiren görülen müsebba, müsemmen ve muaşşer gibi musammatlar, ayrıca her harften kafiyeli bendlerle oluşturulan murabba ve terkib-i bend gibi tamamen orijinal şekillerde kaleme alınan naatler, şairlerin naat yazma ve bu vadiye yenilik getirme gayretlerinin bir göstergesidir.

Şairlerimizi asırlar boyunca naat vadisine sevk eden, binlerce naatin kaleme alınmasındaki tertip hususiyeti dışındaki asıl sebepler Hz. Peygamber’i övmekte Cenab-ı Hakk’a uyma arzusu, O’na duyulan sınırsız sevgi ve O’nun şefaatine nail olma ümididir. 

Naatlerin bu derece yaygın olmasının birçok sebebi vardır. Bu konu şekil ve tertip hususiyeti yönünden ele alınınca bütün İslam edebiyatlarında ortak bir geleneğin mevcudiyetinden söz etmek mümkündür. Şöyle ki hacimli veya küçük, tıptan tarihe, coğrafyadan astronomiye kadar dinî, ilmî ve edebî bütün eserlere Cenab-ı Hakk’a hamd mahiyetinde "hamdele" ve Hz. Peygamber’e salat ve selamda bulunmak üzere "salvele" ile başlanması İslami bir gelenektir. Bu meyanda mensur eserlerin mukaddimelerinde "salvele" yanında bazen birkaç cümle veya birkaç beyitle, bazen de müstakil bir bölüm halinde Hz. Peygamber’in naatine yer verilmiştir. Manzum eserler olan divan ve mesnevilerde ise tevhid ve münacattan sonra Hz. Peygamber methinde bir naatin bulunması vazgeçilmez bir bölümdür. Ancak bazı mürettep divanların mukaddime, tevhid, münacat sırasına yer vermeden doğrudan naatle başladığını da görürüz.

Şairlerimizi asırlar boyunca naat vadisine sevk eden, binlerce naatin kaleme alınmasındaki tertip hususiyeti dışındaki asıl sebepler Hz. Peygamber’i övmekte Cenab-ı Hakk’a uyma arzusu, O’na duyulan sınırsız sevgi ve O’nun şefaatine nail olma ümididir. Bugün asıllarına ulaşamadığımız Tevrat, Zebur ve İncil’de Hz. Peygamber’in risaletine ve özelliklerine dair bilgilerin mevcudiyeti yanında; Kur’ân-ı Kerîm’de birçok ayette Hz. Peygamber’in ahlakı, merhameti, her yönüyle üstün ve örnek şahsiyeti bizzat Cenab-ı Hakk’ın kelamıyla methedilir: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107); "Sizin için Allah’ın Rasûlü'nde pek güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21); "Hiç şüphesiz büyük bir ahlak üzeresin sen." (Kalem, 68/4); "Andolsun size, içinizden bir peygamber geldi ki zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür, müminlere çok merhametlidir, çok şefkatlidir." (Tevbe, 9/129) gibi.

Bu yüzden şairler, naat yazmadaki amaçlarının Cenab-ı Hakk’a uyma arzusu olduğunu açıkça belirtirler.

Hakka pey-revlik idüp kâ’ide-i medhünd

Eyledüm eşk-i hacâletle bu yüzden inşâd

Nâbî

 

Senin medhinde şirket eylesem Mevlâya ma’zûrum

Bu bâbda cürm ü isyâna bakılmaz yâ Rasûlallâh

Şeyh Galib

Şairlerimiz, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’i, O’nun şanını ilan eden en güzel methiye kabul ederken Cenab-ı Hakk’ın övdüğü o yüce zatı methetmekteki yetersizliklerini de itiraf ederler. Bu özellik, naatleri devlet büyüklerini övgü için kaleme alınan kasidelerden ayıran bir farktır. Kasidelerde şairler fahriyye bölümünde kendi şairlik kudretlerini överken, naatlerde Kelamullah ile övülen bir şahsı methetmeye kimsenin gücünün yetmeyeceği, ilahî bir vahiy olan Kur’ân-ı Kerîm yanında şiirin yetersiz kaldığı, şairlik gücünün de Yüce Peygamber’i övmede aciz olduğu açıkça belirtilir:

Sen vahy-i âsumân ile itdiğini ayân

Ben kim olam ki şi’r ile şerh ü beyân kılam

Kemâl Paşazâde

Şairleri naat yazmaya teşvik eden sebeplerin en önemlisi Yüce Peygamber’in şefaatine nail olma isteğidir. Hz. Muhammed (sav) henüz hayatta iken "Kasîde-i Bürde" şairi Ka’b bin Züheyr, methiyesiyle Hz. Peygamber’in affına nail olmuştur. İslam âleminde büyük şöhret kazanan bu naatin hikayesi de ilginçtir.

Ka’b bin Züheyr; Mekke fethinde kardeşiyle birlikte şehirden kaçmış, daha sonra kardeşi Büceyr’i genel durumu araştırması için geri göndermiştir. Büceyr, Yüce Peygamber’in yanına gelince İslamiyet’i kabul etmiş; bunu duyan Ka’b da kardeşini bir şiirle hicvetmiştir. Daha sonra bu davranışının kendisini tehlikeye atacağından endişelenerek kaçmaya başlayan Ka’b’ı hiçbir kabile kabul etmemiş; kardeşinin gönderdiği haberle kendisini kaçışın değil, Hz. Peygamber’in affına sığınmanın kurtaracağını anlayınca "Bânet Su’âd..." sözleriyle başlayan bir kaside kaleme alan ve Medine’ye giden şair, methiyesini Hz. Peygamber’in huzurunda okumuş ve affedilmiştir.

Şairlerimizi, asıl gaye şefaat talebi olmak üzere naat yazmaya sevk eden hususların bir diğeri de klasik şiirimizin büyük nispette sevgiye ve sevgiliye hasredilmesi, naatlerin da sevgiyi terennüme son derece müsait bir tür olmasıdır. Her mü'min bir âşık, Hz. Peygamber ise tek maşuk-ı hakikî olarak telakki edilmiş; hem Allah’ın hem de insanların sevgilisi, Habibullah ve Habib-i İbâd olan Yüce Peygamber’e, naatler vasıtasıyla arz-ı muhabbet ve methiye hisleri ifadeye çalışılmıştır.

Ka’b bin Züheyr, kasidesinin "Muhakkak ki Allah’ın elçisi, Allah’ın nuruyla hak ve hidayete ulaşılan keskin kılıçlardan bir kılıçtır" beytini okuyunca Yüce Peygamber fevkalade mütehassis olmuş, "bürde" denilen çizgili Yemen hırkasını şaire hediye etmiştir. Bu sebeple Ka’b’ın methiyesi, "Kasîde-i Bürde" adıyla anılmaktadır. Henüz İslamiyet’i sindirememiş bir kaçağın ölüm korkusuyla yazdığı bu manzume gerçekte İslami motiflerden ziyade Cahiliye unsurları taşır. Fakat Hz. Peygamber’in huzurunda okunmuş olması ve şairinin bizzat Peygamber tarafından mükâfatlandırılması sebebiyle İslam edebiyatlarında son derece önemi haiz bu methiye, uzun süre her ilim meclisinin açılışında okunmuş, söze onsuz girilmemiştir. Ka’b bin Züheyr’in kasidesiyle hem kurtulması hem de Hz. Peygamber’in affına ve ihsanına nail olması; şairlere, naatler vasıtasıyla şefaate ulaşma ilhamı vermiştir.

Şairlerimizin talibi olduğu af ve ihsan, Hz. Peygamber’in mahşerde tecelli edecek olan şefaatidir. Şefaat ümidi bütün naatlerde en önemli muhteva hususiyeti olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla naatler yalnızca Peygamber methini konu edinen şiirler olmak dışında, şefaat istenilen "istişfâ‘ " ve yardım dilenilen "istimdâd" türlerinin özelliklerini de gösterirler. Bu bakımdan naatler Hz. İsa’nın can bağışlayıcı nefesi gibi her derde deva bilinmiş, özellikle günahkarların yegane dermanı olarak telakki edilmiştir. On yedinci yüzyıl şairi İsmetî bu yüzden hoş bir teşbihle naati, cehennem korkusuna karşı Müslümanların sığınağı, âdeta ateşe karşı bir muska kabul eder.

Ser-levh-i na’t-ı cemâl-i Peygamberî

Kim hırz-ı cân-ı ümmet imiş havf-ı nârdan

Şairlerimizi, asıl gaye şefaat talebi olmak üzere naat yazmaya sevk eden hususların bir diğeri de klasik şiirimizin büyük nispette sevgiye ve sevgiliye hasredilmesi, naatlerin da sevgiyi terennüme son derece müsait bir tür olmasıdır. Her mü'min bir âşık, Hz. Peygamber ise tek maşuk-ı hakikî olarak telakki edilmiş; hem Allah’ın hem de insanların sevgilisi, Habibullah ve Habib-i İbâd olan Yüce Peygamber’e, naatler vasıtasıyla arz-ı muhabbet ve methiye hisleri ifadeye çalışılmıştır. Bu arada şairler Hz. Peygamber’i tavsif ve tasvir amacıyla divan şiirinin bütün malzemesini, söz sanatlarını kullanmaya dolayısıyla şairlik hünerlerini göstermeye imkan bulmuşlardır. Örneğin Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini konu edinirken edebî, dinî ve tasavvufi teşbihlerden önemli ölçüde faydalanan şairleri, "Ferd-i Bî-çûn u Çerâ" (niceliksiz ve niteliksiz) olan, benzeri ve zıddı bulunmayan Cenâb-ı Hakk’a tevhidler yazmaktan ziyade naat vadisine sürükleyen önemli bir sebep de arz edilen özellik olmuştur.

Naatler muhteva yönünden incelendiği zaman şairlerin Hz. Peygamber’in isim ve sıfatlarını, kainatın efendisi, yaratılışın gayesi, Cenâb-ı Hakk’ın Habib’i olduğunu, örnek ahlakını, üstün vasıflarını, manada ve surette hiç kimsenin benzemesi mümkün olmayan eşsiz güzelliğini, mucizelerini, miracını ve diğer peygamberlerden üstünlüğünü ayet ve hadis iktibaslarıyla teyid eden ifadelerle ele aldıkları görülür. Özellikle naatlerin son bölümünde günahkârlığını itiraf ederek şefaat talebinde bulunan şairler kıyamet gününün tasvirini, o çetin günde şefaat yetkisinin yalnızca Hz. Peygamber’e mahsus olduğunu, O'nun âlemlere rahmet olarak gönderildiğini ve Şefîü’l-Müznibîn oluşunu önemle vurgularlar.

Naatler dil ve üslup yönünden incelendiği zaman bütünüyle dinî bir tür olması hasebiyle İslami kültürde yer alan birçok Arapça ve Farsça kelime ve bu dillerdeki terkiplerin yer alması tabiî karşılanmalıdır. Ancak samimi bir sevginin ürünü olan, şefaat arzusunun ön plana çıktığı ve lirizmin hakim olduğu bu şiirlerde şairlerin sanatkârlık gösterme iddiasına girmediği, naatlerin genellikle sade bir dille kaleme alındıkları müşahede edilir. Üslupta da şairler özentili, süslü ifadelerden kaçınmış ve içten duygularını dile getirme gayreti sergilemişlerdir. Ayrıca şairlerin esasen methiyeye yönelik bir tür olan naatlerde tahkiyevî üslûbu değil, hitabi tarzı kullanmayı tercih etmeleri bir yandan lirizmi artıran bir özellikken diğer yandan da Hz. Peygamber’e duyulan sevgiyi ve O'nun tebliğ ettiği din ve en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’le ebediyen diri olduğuna dair inancı desteklemektedir.

Klasik edebiyatımızdaki binlerce naat arasında şöhreti veya tesiriyle doruğa ulaşanları belirtmek gerekirse ilk sırayı Fuzulî’nin "Su Kasidesi"ne, ikinci sırayı Şeyh Galib’in müseddes-i mütekerrir şeklindeki naatine ve üçüncü sırayı da Fehîm-i Kadîm’in daha çok edebî muhitlerde ün kazanan; Yahyâ Nazîm, Vahîd Mahtûmî, Neşâtî, Şeyh Gâlib, Receb Enis Dede ve İzzet Molla gibi şairler tarafından tanzir edilen "rûz u şeb" redifli naatine vermek mümkündür. Ayrıca Nabî’nin hac yolculuğunda Medine’ye giderken muhtemelen o anda irticalen söylediği;

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdur bu

Nazargâh-ı İlâhîdür makâm-ı Mustafâdur bu

mısralarıyla başlayan gazeli de farklı bir kudsiyet ve şöhrete sahiptir.

Anadolu sahasında on üçüncü yüzyılda ilk örnekleri verilmeye başlanan ve klasik şiirimizde gelenek halinde yaygınlığı devam ettirilen naatlar; on dokuzuncu yüzyılda Tanzimat’ın ilanıyla başlayıp günümüze kadar uzanan ve daha çok batı kültürünün tesiriyle gelişen edebiyatımızda da canlılığını korumuştur. Ziya Paşa, Muallim Naci, Makbule Leman, İsmail Safa, Mahmud Celâleddin Paşa. Recâîzade Mahmud Ekrem, Trabzonlu Muallim Cûdî, Mehmed Akif Ersoy, Ali Ekrem Bolayır, İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Yahya Kemal Beyatlı, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Enver Tuncalp, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Feyzi Halıcı, Sezai Karakoç, Ali Ulvi Kurucu, Ahmet Efe, Muhsin İlyas Subaşı, Mustafa Ruhî Şirin ve isimlerini sayamadığımız daha birçok şair naat zincirini devam ettirmiştir.

Hz. Peygamber’e duyulan samimi sevginin göstergesi kabul edilen, başta naatler olmak üzere O'nunla ilgili türler dolayısıyla, bütün dünya edebiyatlarında istisnasız başka hiçbir şahıs, hiçbir din veya müessese etrafında böyle asırlar boyunca devam eden zengin bir edebiyat teşekkül etmemiştir. Bu konuda Hz. Muhammed (sav) tek ve müstesnadır.