Kâbe’ye ikinci gidişim hac vesilesiyle gerçekleşti. İlk gidişimde akıl edememiştim, ama bu sefer hazırlıklıydım. Aile büyüklerimden kalan ve kutsal topraklara götürerek onurlandırılacak bir tesbih var mıdır diyerek hayatta kalan tek aile büyüğüm olan teyzeme başvurdum.
Her birimizin şu kâinatta kapladığımız bir boşluk var, onun ne kadarını, nasıl doldurduğumuz somut olarak ölçülemez. Ama varoluş formatımıza en uygun halimizle temsil ediyoruz taşıdığımız canı. Bize cansız görünen şeylerin de cisim olarak vücuda gelmiş olmaktan kaynaklanan canlı bir tanıklıkları var. Düşündüm ki ailemden kalan böyle bir nesneyi biraz daha canlandırabilirsem o da bana şahitlik edecektir... Varmış evet. Tam da hayalini kurduğum gibi: Erzican Eğin'in Başpınar köyünden olan büyük dedem Şakir Beyin Erzurum taşından kakma 99'luk tesbihi!
Dedem vefat ettiğinden beri, en az 25 senedir, büyük dedemden kalan bu tesbih bir çekmecede “aman bir şey olmasın bu aile yadigârına” denilerek pür-ihtimam durup durmaktaymış. Hatıraya saygının bir başka şekli de bu yaşlı tesbihi Kâbe duvarına değdirmek değilse neydi! Güzelce bir keseye koydum onu, yine Hicaz'dan aldığım misk kokusuyla ruhunu uyandırdım kendimce. Ve boynuma astığım keseye yerleştirdim. O da benimle birlikte haccedecekti nasipse. Şakir Bey ve aile efradından hac vazifesini yerine getirememiş ama buna niyet etmiş ne kadar kimse varsa onları da temsil edecekti bu tesbih.
İkinci gün onu boynuma taktım. Kâbe’ye yaklaşabilirsem onu duvara değdirmek üzere çantamda ararken vakit kaybedip sıkışıklığa sebep olmayayım diye böyle bir önlem almıştım. Gelgelelim daha ilk şaftlarımdan birinde arkamdan hızla bana çarpan bir Hacı yüzünden boynumdaki ipi koptu. Ve şaşkın bakışlarım altında taneler etrafa dağılarak dönmekte olan Hacıların ayaklarının altında sıçramaya ve sekmeye başladılar. İlk anın şaşkınlığını atıp boynumda henüz kalan ipin bir bölümünün üzerindeki taneleri dökülmeden tuttum. Derken her tavafta yerde bizimle birlikte dönmekte olan tanelere rastladım, bir kısmını aldım bir kısmı ise bizimle birlikte dönmeye devam etti.
Daha ilk andan anlamıştım: Şakir Beyin tavafıydı bu.
Cansız bir şey yok evet. Ama can taşıyan her varlığın bir ömrü var. İşte büyük dedemin tesbihi de ömrünün son devresini İstanbul'da bir dolabın çekmecesinde geçirdikten sonra çıktığı ilk yolculukla kendi kemaline erecekti. Hicretini gerçekleştirdiği yerde... “Demek” dedim içimden, “Şakir Beyin tesbihi, ait olduğu yere varmak için beklemişti bunca yıl!” Döndükten sonra, dağılan tesbih tanelerinden kalanlarla yaptırdığım 33’lük tesbih de çok güzel ve büyük dedemin anısını yansıtıyor tabii. Ama artık başka bir şey o. Hicaz ile İstanbul arasında kopmuş bir bağ. Eğin'den İstanbul'a ve Mekke'ye... Bir ailenin ağacında hışırdayan son yaprak. Daimi bir tavaf.
Peki ya kopup giden taneler? Bazısı hiç kuşkusuz tavaf esnasında ayağına dek gittiği Hacı tarafından bir ilahi ikram olarak addedildi ve alındı. Buna Kutsal Topraklar’da çok sık rastlanılır. Artık ümmetin farklı memleketlerinde belki bir cüzdanda taşınıyor, belki bir kesede hiç tanımadığımız kişilerin Hac hatıralarına dâhil olmuş, bambaşka anılarla birlikte muhafaza ediliyor. Belki de onu bulan hacı tarafından eşe dosta hediye edildi. Kimi taneler dünyanın farklı bölgelerine dağılmışken kimi de Mekke’nin çerçöpüne karıştı. Toprağa girdi belki bir kısmı. Çöle, denize, dağa ulaşmış taneler de olabilir... Ayak basmadığım yerlerinde dünyanın artık büyük dedemin en az seksen yıllık tesbih taneleri var. Evet, bu daimi tavaf!
Şakir Beyin dağılan taneleri, bana ümmet bilincimizi çağrıştırıyor asıl olarak. Ümmet kavramının bugün anladığımız dar anlamda bir siyasi/sosyolojik birliğe indirgenemeyecek, çok daha geniş ve merkezî bir anlam terkibi taşıdığını hatırlatıyor. Biraz daha açayım… Bir vakitler Osmanlı’nın hâkim olduğu coğrafyayı kastederek yeniden benzer bir ‘büyük devlet’ olmayı hedefleyenlerin çok sık kullandığı anlamıyla ümmet, ulus-devletlerin sınırlayıcı yapısına karşı çıkmak için kullanılan bir kavram oldu büyük ölçüde. Ve ister istemez ümmet; bir siyasi birlik vurgusunun yerini aldı. İçinde farklı dillerin, kültürlerin, halkların barındığı, barış içinde bir milletler toplamı.
Elbette ümmet kavramı bu anlayışı dışlamaz. Ama bununla da sınırlanamaz.
Kâbe’de tavaf ederken her müminin kalbine hiç tanımadığı milyonlarca hacı sığıverir. Bana ümmet olduğumuzu hatırlatan da bu dağılan tesbih oldu işte. Yanımda farklı ritüelleriyle namaz kılmakta olan Afrikalı bir Müslümanla ne iklimsel ne coğrafi ne kültürel ne siyasi ve sosyolojik benzerliklerim vardı ne de onunla bir gelecek planlamıştım. Onu şüphesiz bir daha hiç görmeyecektim. Buna rağmen, farklı yollardan dönüp geldiğimiz Kâbe’de, bütün yaratılmışların kıblesinde o anın sonsuzluğuna dek ümmet olmuştuk. Onunla omuz omuza kıldığımız namaz, benzer amellerimiz ve dualarımız bizim yazgımızı birleştirmiş, bize bir kalpler ittifakı sunmuştu. Biz inşallah ahiret kardeşi olmuştuk artık. Mekânda ve zamanda bütün hudutları kaldırdığınızda devam eder bu kalp kardeşliği. Irka, kökene, milliyete hapsedilemeyeceği gibi, bugünle, maziyle veya gelecekle de sınırlanamaz. Bütün siyasi birlikler çökse de manevi ipleriyle müminleri birbirine bağlamaya devam eder.
Tabii devamı da var. Dünyaya yayılmak Şakir Beyin tesbihindeki evrensel niteliği de açığa çıkardı sanırım. Artık başkalarına ulaşan her bir tane, ümmet şuuru taşıyor. Tamamen yok olup gitmedi yeryüzünden ama varlıkları yeni anlamlara açıldı. Her tane sahibi onun bir tesbihden kopup geldiğini biliyor çünkü. Şakir Beyin tesbihi tek ama onu tahayyül edenlerin sayısı çok. Kimse onun sahibi değil ama pek çok kişiye ait artık o. Bütünü bilen parça olmanın sorumluluğunu temsil ediyor. İşte çok kabaca ümmet bilinci. Küllî bilinç. Tevhidî bakışın bir cüzü!
Bu bilinçten devam edersek, Efendimiz (sav)’in ‘ümmî’liğini de anmak gerek. Anadan doğduğu gibi kalmayı, hiç değişmemeyi, fıtri bir bozukluğa uğramamayı bize anlatan ümmî sözü; tavaftaki müminlere kendilerindeki ve insanlıktaki tüm değişimlerde ‘değişmeyen’i bulma arzusu verir. Bu ümmileşme gayreti belki de ‘nefsim nefsim’ değil, ‘ümmetim ümmetim’ diyenleri Efendimiz’in kalbine her an bağlamaktadır. Bu öyle güçlü bir arzudur ki tavaf esnasında yerde gördüğünüz bir tesbih tanesini eğilip aldığınızda anlarsınız ki dağılmış, bozulmuş, yok olup gitmiş ne varsa, yaratılmış her şey size o Mutlak Öz’ü işaret etmektedir. Her birimize nurunu düşürmüş o Yüce Hakikat’ten gayrı hiçbir şey olmadığını idrak edersiniz. Eğilip aldığınızda o tesbih tanesini, bir bakıma nasiplenirsiniz ondan. Yeniden ümmi olursunuz kendi alfabenizde.
Büyük dedemin Kâbe’de dağılan tesbih tanelerinden devam edersek Mekke’ye ‘Ümmü’l Kura’ (bütün şehirlerin anası) denmesinin bir alt okumasına daha varacağız sanırım. Yeryüzünün merkezi ve ‘yaratılmışların kıblesi’ olarak da isimlendirilmesi, Mekke’nin anladığımız sosyolojik, kültürel, ekonomik ilişkilerden oluşan bir şehir olmadığını, evrensel/ilahî bir nitelik taşıdığını ifade eder. Ümmet şuurunu kendi üzerinden genişleten, hudutları kaldıran bir algı açar bu anlam müminlerde.
Evet, Mekke’deki şehirciliği, Kâbe’nin görüntüsünü tehdit eden yapılaşmayı, toplanması geciken çöpleri vs eleştirebilirsiniz ama bu hakikati değiştiremezsiniz. Çünkü Mekke’ye Rabbani bir elle verilmiştir bu nitelik. Tıpkı Ümmü'l-Kitâb gibidir Ümmü’l Kura’nın bu gerçeği. Bütün kitapların kaynağı, aslı ve esası olan, hiçbir şekilde değişmeyen, mahvı ve isbatı mümkün olmayan, ana kitap gibidir. Allah'ın katındadır ve o Levh-i Mahfuz’dandır; ezelî ilimden. O halde ümmet şuuru yeryüzünde tek bir Müslüman da kalsa kıyamete dek devam edecektir.
Bu aşamada Kâbe’nin inşasına döndürüyor bizi Şakir beyin dağılan taneleri. 99 tanenin omuz omuza saf tuttuğu bir tesbihin imamına! Ve bir kez daha İbrahim’in (as) tek kişilik ümmet olmasının anlamını açıyor usul usul. Âdem (as)’in ilk evi Kâbe’yi oğlu İsmail (as) ile birlikte Allah’ın emriyle yeniden inşa eden İbrahim (as) ayetten anladığımız gibi ‘bütün hayırlı hasletleri kendisinde toplayan bir imam’dı kuşkusuz. İnsana yakışan tüm erdemleri kendinde toplamasını bilen bir ‘hidayet önderi’ydi. Yeryüzünde onun çağrısına uyacak kimse yokken bile, öylesine kemale ermiş bir mümindi ki, tek kişilik bir ümmet idi o. Kâbe’de tavaf etmek, her birimize tek kişilik ümmet olma sorumluluğunu –anlamayı– da emanet ediyor olmalı o halde. Çünkü oradan kendi memleketine dönmek, bu sorumluluğu ifade etmeyi, yaşatmayı ve paylaşmayı gerektiriyor hacılara. Daimi tavafta olmayı gerektiriyor.
“Her ümmetin bir eceli var. Ecelleri geldiğinde bir saat geri de kalamazlar, ileri de gidemezler” diye buyuruyor ayet. Kıyamete dek devam edecek bir ümmete mensup olmanın şükrünü eda etmeye, büyük dedemin anısını taşıyan 33’lük yeni tesbihle sonradan yine geldim. Yeni haliyle yine yüz sürdü benimle birlikte Kâbe’ye. Eğilip bakığımda yerde bizimle birlikte tavaf eden başka başka tesbih taneleri gördüm yine. Kâbe’de dağılmış taneler de bir ümmetti kuşkusuz. Kıyamette şahitlik edeceklerdi bize.