Sevgili Peygamberimiz’in, koyunun, sadaka olarak dağıtılan kısmının ebedi âlemdeki karşılığını ima eden bu cevabı son derece anlamlıdır. Kalıcı olanlar, doğal olarak, ebedi âlem için yapılanlardır. İnsanın meşru araçlarla kendisi için yaptıkları helal ve mübah kapsamındadır. İyilik daha çok, ikinci ve üçüncü şahıslarla, daha doğrusu dış dünya ile ilişkide ortaya çıkan bir vasıftır. Örneğin, insanlara güzel davranmak, muhtaçlara yardım etmek, zulme mani olmak, kalıcı olan ve sonuçları bizimle beraber öbür âleme intikal eden eylemlerdir. Bu kalıcılığın bilincinde olan Müslüman ecdadımız, hatıralarının fani dünya ile yok olup gitmesini istememişler, kendilerini ebedî âlemin güzelliklerine taşıyacak vakıflar kurarak isimlerinin hayırla yâd edilmesini amaçlamışlardır.
Arapçada, “durmak”, “hapsetmek”, anlamındaki bir fiilden gelen “vakf/vakıf”, terim olarak, Allah rızası için, geliri (yararı) toplumun hizmetine sunulmak üzere, mülkiyetinin satılmaması ve devredilmemesi şartıyla bir malın sürekli hayır maksadıyla bağışlanmasıdır. Bu maksatla kurulan hayır kurumlarına da vakıf denilir. Kur’an’da, mallarını Allah yolunda harcamaları, muhtaca, yoksula yardım etmeleri konusunda insanları teşvik eden birçok ayetin yanı sıra özellikle, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 92.) ayeti vakfın Kur’ani temeli olarak kabul edilebilir. Nitekim bu ayeti işiten Ebu Talha isimli bir sahabi, güzel bir bahçesini Allah yoluna bağışlamış, Hz. Peygamber de “Bu, kazandıran bir mal” diyerek takdirlerini ifade etmiştir. (Buhârî, Eşribe, 13.) Hz. Peygamber’in de kendisine ait bir araziyi sadaka olarak bağışladığı bildirilmiştir. (Buhârî, Cihad, 86.) Ayrıca o, Uhut savaşında şehit olan ve mallarının tasarrufunu kendisine bırakan bir sahabinin mallarını vakfetmiş (Ömer b. Şebbe, Tarihu Medine, 1/173.), Rume kuyusunu satın alıp vakfeden kimseyi Allah’ın bağışlayacağını ve bundan sevap kazanacağını bildirmesi üzerine, Hz. Osman kuyuyu satın alıp insanların istifadesine sunmuştur. (Nesâî, Cihad, 44.)
İslam tarihinde vakfın dinî dayanağı olarak kabul edilen en önemli delil Hz. Peygamber’e ait bir ifadedir. Hayber’de kendisine (hurmalık) bir arazi düşen Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın elçisi! Hayber’de bana, şimdiye kadar sahip olmadığım güzellikte bir yer düştü. Ne yapmamı emredersin? deyince Hz. Peygamber, “İstersen aslını habset (vakfet), (mahsulünden) sadaka ver.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, aslının satılmaması, hibe edilmemesi, miras bırakılmaması şartıyla bahçenin ürününü (gelirini), fakirlere, akrabaya, kölelere, savaşanlara, yolculara ve misafirlere sadaka olarak bağışladı.” (Müslim, Vasıyye, 15.) Hz. Ömer halife olunca, başka mallarını da vakfederek, vakfın şartlarını ve kimler tarafından idare edileceğini bir vakıfname ile belirledi.
İslam’da malı Allah yolunda harcamanın (infak) en verimli yolu bir malı vakfederek insanların sürekli yararlanmasını sağlamak olarak kabul edilmiştir. Çünkü sadaka olarak verilen bir mal harcanıp tükenirken vakfedilen malın geliri uzun süre muhtaçlara sarf edilebilmektedir. Vakfedilen malın sürekliliği esas olduğundan, geliri devamlı olan gayrı menkul malların vakfı uygun bulunmuştur. Yapılan hayrın sürekliliği, kazanılan sevabın sürekliliğini de sağladığından müminler mallarını vakfetme konusunda adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Bunu teşvik eden bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsan ölünce, üçü dışında bütün amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-ı cariye (sürekli sadaka), kendisinden istifade edilen ilim, arkasından hayır duada bulunan salih evlat.” (Müslim, Vasiye, 14.) Hadiste geçen sürekli sadakanın sevabını öldükten sonra da kazanmak isteyen müminler, çeşme, köprü, okul, cami, hastane gibi insanlığın hizmetine tahsis ettikleri eserleri vakfederek, hem hayırla anılmak, hem de sevaplarını artırarak manevi yönden kazançlı çıkmak istemişlerdir. Bu, bir anlamda, iyiliklerin sürekli hâle gelmesi ve hayrın sistemli bir şekilde devam etmesidir.
Başta Hz. Peygamber’in yakın arkadaşları olmak üzere birçok Müslümanın öncülüğünde gelişerek kurumsallaşan vakıf geleneği, tarihi süreç içerisinde İslam medeniyetinin önemli bir unsuru olmuş ve çok sayıda sosyal ve kültürel kurumun tesisine imkân sağlamıştır. Gelirleri artan vakıflar sayesinde bilim ve sanat alanına yatırımlar yapılmış, dinî kurumlar varlıklarını vakıf gelirleriyle sürdürmüşlerdir. Yaralı hayvanların bakımını üstlenmekten, evlenecek gençlere yardım etmeye, aşevi, hastane, çeşme, köprü yapımından borçluların borcunu ödemeye varıncaya kadar çok geniş bir alana yayılan vakıf hizmetleri, toplumsal kaynaşmanın sağlanmasına katkıda bulunmuştur. Yardımlaşma ve dayanışmaya yaygın bir kurumsal nitelik kazandıran vakıf hizmetleri sebebiyle, İslam medeniyeti aynı zamanda bir “vakıf medeniyeti” olarak da adlandırılmıştır.
Vakıflar, toplumda devletin ulaşamadığı, bireylerin de farkına varamadığı muhtaçların yardımına koşarak, toplum içindeki sorunların yine toplum tarafından çözülmesine katkıda bulunan kurumlardır. Vakıf yoluyla yoksul kimseler zenginlerden minnet duyarak yardım almak yerine, ihtiyaçlarını hayır kurumlarından karşıladıkları için toplumsal ayrışmanın önüne geçilmiş, ayrıca malın sadece zenginler arasında dolaşımı engellenmiştir. Günümüzde, kapitalist ekonominin acımasız dişlileri arasında çaresiz kalan, zayıf, güçsüz, hasta, engelli, yaşlı, dul ve yetimlerin sığınabilecekleri en güvenli liman da, karşılığı sadece Allah’tan beklenen ve din, ırk ayrımı yapmadan herkesin yardımına koşan bu tür hayır kurumlarıdır. O yüzden geçmişimizin şeref âbidesi olan vakıf hizmetleri, o mirasın hayırlı halefleri tarafından bugün yeniden ihya edilmekte, bu fedakâr insanlar, kurdukları çeşitli organizasyonlarla sadece ülkemize değil, dünyanın dört bir yanına hayır kervanlarını ulaştırmaktadırlar. Allah’ın nimetleriyle perverde olan zengin Müslümanların bu hizmetlere yapacakları katkılar, bu dünyada yapabilecekleri en kazançlı yatırım olacaktır.