Yahudilerin Kudüs ile ilişkileri çok eski tarihlere kadar gitmektedir. Yahudilerin bölge üzerindeki iddiaları M.Ö. 18. yüzyılda Hz. İbrahim’in El-Halil’e göçüyle başlatılmaktadır. Yahudiler, Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı Moriah Dağı’nda/Tapınak Tepesi kurban etmek istemesini bir işaret kabul ederler. Ayrıca onlara göre burası Yakup’a rüyasında gösterilen ve Musa’nın vaat edilen topraklara yaklaştığında girmeyi arzuladığı yerdir. Kudüs’ün mekân olarak ortaya çıkışı ise Davud (as) döneminde gerçekleşmiştir.[1]
Hz. Davud’un oğlu Hz. Süleyman döneminde inşa edilen ve kutsal “ahit sandığı”nın bulunduğu mabedin (Süleyman Mabedi) tarihte iki defa (M.Ö. 586’da ve M.S. 70’te) yıkılması, Yahudilerin yaşadıkları topraklardan sürgün edilmeleri gibi hadiseler Yahudi tarihinin ve Yahudilik inancının önemli yapı taşlarıdır. Bu nedenle Yahudilerin zihinlerinde daima Kudüs’e geri dönmek ve burayı yeniden inşa etmek şeklinde temayüz eden ve dinin çeşitli doktrinleriyle de temellendirilen bir umut ve görev algısı vardır. Öyle ki bu durum, dünyadaki tek Yahudi devleti olan İsrail’in “Hatikvah” (Umut) isimli ulusal marşında şu şekilde ifade edilmektedir: “Kalbinin derinliğinde, Bir Yahudi’nin gönlü hasret çektikçe ve bir göz Doğu’ya doğru, Sion’a doğru baktıkça, Ümidimiz henüz kayıp değildir, Kendi toprağımızda, Sion ve Kudüs’ün toprağında, Özgür bir halk olmanın, İki bin yıllık ümidi.”[2]
Yahudilerin Yeruşalayim/Yeruşalim, Hıristiyanların Jerusalem ve Müslümanların Kudüs dediği şehrin ismi, ilk olarak Tanah’ın altıncı kitabı olan Yeşu’da geçer. Burada kullanılan ifade “Yeruşalim Kralı Adoni-Sedek” şeklindedir. Tanah’ta, Yeruşalayim (Kudüs), merkezinde Süleyman Mabed’nin yer aldığı bölgeye karşılık gelmekte ve bazen de “Sion” olarak ifade edilmektedir. “Tanrı’nın/Rabb’in Evi” olarak nitelendirilen bu yer “Barış şehri” veya “barışın temeli” anlamlarına gelmekte ve Tanah’ta 750 defa, Sion ismiyle de 180 defa geçmektedir. Yine bu kitapta Kudüs için Moriah Dağı, Tapınak Tepesi, Davut Şehri, Yahuda Şehri ve Kutsal Şehir gibi isimler kullanılarak yapılan yüzün üzerinde atıf yer alır.[3]
Yahudi inanışına göre Kudüs hem İsrailoğulları hem de Yahve (Tanah’taki Tanrı) ile olan ilişkisi nedeniyle dinin merkezinde yer alır. Çünkü Tanah’ta, İsrailoğulları Kudüs’ün göbeğinde oturan millet olarak tanımlanmaktadır. Diğer taraftan yine aynı metinde Yahve’nin Kudüs’ü seçerek konut edindiği ve sonsuza dek burada yaşayacağı, burayı ihya edeceği belirtilmektedir. Yahudilikte bu inanıştan hareketle Yahve ile Kudüs arasında özel bir ilişki kurulmaktadır. Yahudilere göre dünyanın merkezi olan Kudüs (Bu şehrin merkezini de Sion Dağı ve Mabet bölgesi oluşturur) ve onun merkezi olduğu vaat edilmiş topraklar dünyanın diğer ülkelerinin topraklarından kutsaldır. Bu yüzden Yahudiler, kendilerini kutsal bir mekânda (Kudüs), kutsal bir Tanrı’yla oturan, kutsal bir toplum olarak telakki ederler. Yahudiler için kutsal topraklar, sadece vaat edilmiş bir vatan değil aynı zamanda dinin en temel kurum ve kurallarının teşekkül ettiği ve yaşanabildiği yegâne topraklardır.[4]
Her ne kadar Kudüs bugün Yahudiler için daha çok dini anlamıyla öne çıkarılıyorsa da başlangıçta İsrailoğullarının hayatına siyasi bir merkez olarak girmiş ve tarihsel süreçte belirli aşamalardan geçtikten sonra dini bir anlam kazanarak kutsallaşmıştır. Kudüs’ün kutsallaşma sürecinin aşamalarının bilinmesi bugün Yahudilerin bu topraklar üzerindeki iddialarını anlamak için önemlidir.[5]
Kudüs’ün Yahudilik tarihinde ilk ortaya çıkışı Hz. Musa’nın halefi Yuşa/Yeşu (as) zamanına rastlar. Mısır’dan çıktıktan ve çölde kırk yıl kaldıktan sonra Yeşu önderliğinde Filistin topraklarına giren İsrailoğulları kendilerine saldıran Kudüs Kralı Adoni-tsedek ve müttefiklerini mağlûp etmiş, fakat Yebusîler’in hâkim olduğu Kudüs’e girmemişlerdir. Ken‘ân diyarının İsrailoğulları arasındaki taksimatında Kudüs, Bünyamin’in soyuna/kabilesine düşmüşse de Dâvûd (as)’un şehri alışına kadar Yebusîler’in elinde kalmıştır. Eski Ahid’de verilen bilgilere göre Yeşu’nun ölümünün ardından Yahuda ve Simeon kabileleri Kudüs’e saldırarak kralı esir almış ve şehri yakmış ancak Yebusîler’in şehirdeki hâkimiyeti devam etmiştir.[6]
Eski metinlerde anlatılanlara bakıldığında Yeşu’nun Kudüs’e dair herhangi özel bir ilgisinin olmadığı görülür. Kenan topraklarını ele geçirmeye başlayan Yeşu ilk olarak Eriha’yı almış, ardından Ay kentine yönelmiştir. Yeşu’nun Kudüs’e yönelişi bu şehri elde etme amacıyla değil ittifakta olduğu Giv’on’un tehlikede olmasından dolayı savunma gayesiyle gerçekleşmiştir. Ele geçirdiği şehirlerin sakinlerini sağ bırakmayan Yeşu’nun Kudüs’te Yebusiler’e hiçbir şey yapmaması, onun bu şehri sahiplenme duygusu taşımadığına şeklinde yorumlanabilir. Her ne kadar Hz. Musa’nın dilinden anlatılanlar, Kudüs’e yönelik yorumlanmışsa da sayılan bu olgular o dönemde Kudüs’ün İsrailoğulları’nın gündeminde olmadığının, kimsenin Kudüs’e yönelik herhangi bir bağ hissetmediğini göstermektedir.[7]
Şehrin Yahudiler için krallık ve ibadet merkezi oluşu ise Hz. Davud ile başlar. Hz. Davud’dan önce, Yahudilerin kutsal metinlerinde Kudüs’e yönelik herhangi bir dini referans bulunmaz. Öyle ki Kudüs şehri Tevrat’ta yalnızca bir kez Salem ismiyle zikredilir. Hz. İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban olarak takdim edildiği Moriah Dağı’nın Süleyman Mâbedi’nin yapıldığı yer olduğu iddiası da tartışmalıdır.[8]
M.Ö. 11. yüzyılın sonlarında Hz. Davud, on iki kabilenin tamamının desteğini alarak Yebusileri Kudüs’ten çıkarmış ve burayı İsrailoğulları’nın başkenti yapmıştır. Davud (as) aynı zamanda ikametgâhını da şehre taşımıştır. Böylece Kudüs, İsrailoğulları’nın hayatına ilk olarak politik bir merkez olarak girmiştir. Hz. Davud’un bu seçimi dini bir yaklaşımdan dolayı değil daha çok şehrin politik ve stratejik öneminden dolayıdır. Çünkü Kuzeydeki İsrailli kabilelerle güneydeki Yehudalı kabileler arasındaki tampon bölge konumunda olan Kudüs, her iki tarafı yönetmek için elverişli bir konumdaydı. Dinin toplumdaki birleştirici rolünü kavrayan Davud (as), Kudüs’ü sadece politik merkez yapmakla yetinmemiş, aynı zamanda dini anlamda kutsal bir şehir haline getirecek adımı atmıştır.[9]
Yahudi inanışa göre, Sînâ Dağı’na çıktığında Hz. Musa’nın yanında altın kaplama bir sandık vardır; Musa (as) “on emir”i bu sandığa koymuştur. Yahudilere göre Allah o sandığa tecelli etmiştir. Bu yüzden Yahudiler sandığı gittikleri her yere götürmüşler ve Allah’ın daima kendileriyle beraber olduğuna inanmışlardır. Hz. Davud, Kudus’ü İsrailoğullarının on iki kabilesine başkent yapınca ahit sandığını da Kudüs’e getirmiştir. Davud (as) burada bir mabet inşa etmeye niyetlense de bu niyetini gerçekleştirmek oğlu Süleyman’a nasip olmuştur.[10]
Hz. Süleyman, krallığının 4. yılında (M.Ö. 967) mabedin inşasına karar vermiş ve mabet yedi yılda tamamlanmıştır. Süleyman (as) ahit sandığının olduğu Moriya Tepesi’nin çevresine bir ev yapmıştır. Mabedin merkezi evin olduğu yerdir. Buraya İbranice Beth-Ha-Miktaş, Arapça Beyt’ül Makdis yani “Kutsal Yer” denilmektedir. Yahudi inancına göre “Allah’ın tecelli ettiği yer” anlamına gelmektedir. Daha önce Yahudiler Allah’ın sandığa tecelli ettiğine inanırken, mabetle birlikte artık sandığın olduğu yer olan mabede Allah’ın tecelli ettiğine inanmaya başlamışlardır.[11] Mabedin inşası Kudüs’e ayrı bir kutsallık sağlamış, bir taraftan Hz. Davud’un saltanatının ebediyen devam edeceğine dair Tanrı’nın vaadi, diğer taraftan da mabedin Tanrı’nın ebedî mekânı olarak kabulü şehri kutsallaştırmanın ilk adımı olmuştur.[12]
Kutsallaştırmanın bir sonraki adımı Yehuda kralları Hizkiya (M.Ö. 727-697) ve Yoşiyahu (M.Ö. 640-609) ile gerçekleşmiştir. Bu iki kral, yabancıların saldırılarına karşı durabilecek, güçlü bir devlet oluşturmak için politik toparlanmaya ihtiyaç duymuşlardır. Hizkiya, güçlü bir devlet kurmak için her yolu denemeye, bu doğrultuda dini de kullanmaya yönelmiştir. Bu bağlamda Hizkiya, politik merkezileşmenin yolunun ibadet ve dini merkezileşmeden geçtiğini düşünmüş ve ibadetin merkeziliğinin önündeki en önemli engel olarak, İsrailoğulları’nın asırlardır tapındıkları bâma adlı yerel tapınma yerleri ve türbelerine karşı Süleyman Mabedi’ni muteber kılmanın yollarını aramaya başlamıştır.[13]
Hizkiya, şehrin surlarını tamir ederek savunma hattını güçlendirirken merkeziliğin toplumsal kabul görmesi için bâma’lara karşı mücadele etmiş ve burada görev yapan Levi soyundan gelmeyen din adamlarının direncini kırmak için Süleyman Mabedi’nin ayrıcalığı ve buna ilişkin kurallar fikrini öne sürmüştür. İsrailoğulları’nın en kutsal objesi olan Sefer Tora’nın mabette bulunması, toplumun nezdinde burasının özel bir önem kazanmasına yol açmış, böylelikle bâma’lara karşı mabedin ayrıcalığı tescillenmiş ve merkezileştirme siyaseti de başarılı olmuştur. Bu dönemden itibaren bâma’larda tapınma kesilmiş ve Kudüs, İsrailoğulları için yegâne tapınma yerine dönüşmüştür. Şehrin önemine ve eşsizliğine dair söylemler ve ilahilerle Kudüs’ün kutsallığı fikri güçlendirilmeye çalışılmıştır.[14]
Kudüs’ün kutsallaşması sürecinin nihai evresi Babil Sürgünü ile gerçekleşir. M.Ö. 586’da Babil kralı Buhtunnasr, Yehuda devletini tarihten silmiş, mabedi yıkmış, İsrailoğulları’nı da Babil topraklarına sürmüştür. Ana yurtlarından uzak düşen İsrailoğulları, vatanlarına duydukları özlemlerini Kudüs’ün şahsında dile getirmişlerdir. Sürgün neticesinde Kudüs, İsrailoğulları’nın manevi bağlılık duydukları bir merkez haline gelmiş, vatanı sembolize eden bir şehre dönüşmüş, İsrailoğulları Babil ırmaklarının kıyılarında oturup vatan özlemiyle “Ey Kudüs, seni unutursam sağ elim kurusun. Seni hatırlamaz, Kudüs’ü en büyük sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın.” diyerek ağlamış, böylece Kudüs’ün kutsallaşma süreci tamamlanmıştır. Devam eden süreçte Kudüs’ün kutsallığı fikri din adamları tarafından toplumda kalıcı hale getirilmiştir.[15] Pers Kralı Koreş’in (Cyrus) izniyle Kudüs’e dönenlerin ilk icraatı ise mabedi tekrar yapmak olmuştur. Şeşbezar Ezra ve Nehemya öncülüğünde Pers kralının izniyle Kudüs’teki mabet yeniden inşa edilmiştir.[16]
Kudüs, özelliği ve kutsallığı sebebiyle Yahudi şeriatında diğer şehirlerden farklı bir konumda ele alınmıştır, dolayısıyla bazı kurallar Kudüs’e uygulanmamaktadır. Tanrı tarafından seçilen bir yer kabul edildiği için Kudüs Mabedi sadece kurbanların takdim edildiği bir mekân değil aynı zamanda hac ibadetinin de hedefidir. Çünkü yılda üç defa (Pesah, Şavuot ve Sukkot bayramlarında) her erkek kurban takdimi için Rabbin huzurunda (mâbedde) bulunmakla yükümlü tutulmuştur. Hac mekânı olduğu için yahudiler burada belli bir süre ikamet etmek durumunda kalmışlar bu da mâbedin ayakta olduğu dönemde halkın kültür hayatını şekillendiren en önemli özelliğini oluşturmuştur.[17]
M.S. 70’de Roma kumandanı Titus, II. Mabed’i yerle bir ederken komutanlarından biri mabedin bir duvarını ayakta bırakmıştır. Yahudilerin “Ağlama Duvar”ı diye isimlendirdiği Mescid-i Aksa’nın batı duvarı Müslümanlar için Burak Duvarı’dır. Burası Hz. Peygamber’in Miraç için geldiğinde bineği Burak’ı bağladığı yerdir. Bu yapı sanılanın aksine birinci mabedin kalıntısı değil, ikinci mabetten kalma bir yapıdır. Yahudiler önceleri bu duvarın önünde ibadet edemiyorlardı. Bazen Zeytindağı’ndan bazen de Sion Tepesi’nden mabede bakarak dua etmekteydiler. Mabede bakma izinlerini de Selahaddin Eyyubi vermiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile Mimar Sinan, Memlük eserleriyle ilgili rapor tutmak için Kudüs’e geldiğinde, Yahudiler ondan özgürce ibadet edecekleri bir yer istediler. İstanbul’daki hahambaşına bir mektup yazdılar ve padişahtan kendileri için bir ibadet mekânı tahsis etmesini istediler. Kanuni’nin emriyle Mimar Sinan, bugün Yahudilerin “Ağlama Duvarı” dedikleri, mescidin batı duvarının hemen önüne bir duvar inşa etti. 1967’de İsrail burayı işgal edince bölgede yaşayan Faslıları göçe zorlamış, Mimar Sinan’ın yaptığı duvarı da yıkmıştır.[18]
Tarihi süreçte Mabet’ten günümüze yalnızca bu Batı duvarı kalmıştır. Bu nedenle Yahudiler Batı duvarının önünde ağıtlar yakarak mabedin yeniden inşası için Tanrı’ya dua ederler. Dolayısıyla Yahudi geleneği açısından Kudüs’ün kutsal şehir olarak görülmesinde Tanrı’nın bu şehri seçmesinin yanında Mabet’in de burada yer alması önemli bir etkendir.[19] Yahudiler duvarın önünde Zebur’dan ve Tevrat’tan ayetler okuyarak dua etmekte, kimi zaman da askerlik, mezuniyet ve sünnet törenlerini duvarın önünde yaparak inançlarını pekiştirmektedirler. Ayrıca burası ahit sandığının bulunduğu yere en yakın yer olması sebebiyle çok daha anlamlıdır onlar için. Öte taraftan, on yıllardan beri bu güçlü inançlarını yaşatmak için yine kendi inançlarını çiğnemekte ve işgal ettikleri topraklardaki Müslümanlara zulmetmekten çekinmemekte, hatta bu zulümleri Yahudi inancının bir parçası olarak gösterecek dini yorumlar üretmektedirler.
M.S. 70 yılındaki yıkımın ardından Yahudi milletinin hayatında Kudüs daha az rol oynamaya başlamış, ancak manevi ihtişamın sembolü ve şeriatın bedenleşmiş şekli olarak varlığını sürdürmüş, ona olan özlem her vesileyle dile getirilmiştir. Yahudiler nerede olurlarsa olsunlar ve hangi saatte dua ederlerse etsinler mutlaka Kudüs’e dönmek zorundadırlar. Yemek duasında Kudüs’ün yeniden inşası dileği yer almaktadır. Günde üç defa tekrarlanan Amidah duası Kudüs’e dönülerek yapılmakta, Kudüs’e dönme, şehri ve Dâvûd saltanatını yeniden tesis etme arzusu ifade edilmektedir. Yıllık üç oruçta da Kudüs’ün yıkılışının anısına yas tutulmaktadır.[20]
Kudüs’ün ibadet hayatındaki önemi Yahudi devletinin Mesîh tarafından bu topraklarda kurulacağı inancına dayanır. Bunun işaretleri Kudüs’ün yeniden inşası ve mabedin yapılmasıdır. Yahudi inancına göre yeryüzündeki gibi bir de gökyüzünde Kudüs vardır. Talmud’da, Tanrı’nın yerdeki Kudüs’e girmeden gökteki Kudüs’e girilemeyeceğini bildirdiği nakledilir. Yahudi dinî literatürünün bir kısmında semavî Kudüs’ün dünyanın sonunda yerdekinin yerini almak üzere ineceği belirtilir. Ayrıca Yahudilerde, Kudüs yeniden kurulduğunda ve ölüler diriltildiğinde mabedin bulunduğu tepeye yakın olduğu için zaman kazanmak ve sıkıntıyı azaltmak amacıyla Zeytindağı’na gömülme arzusu vardır.[21]
Yahudilik, özellikle Kral Davud döneminden itibaren Kudüs ile kimlik bulup özdeşleştirilen bir dindir. Yahudilere göre Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman zamanında yaşanılan dini ve siyasi hayat, unutulmaması ve yeniden yaşanılması gereken bir idealdir. Bu anlayış Yahudi dini hayatıyla o kadar bütünleşmiştir ki ritüellerin ve duaların temel karakteristiğini oluşturmuştur. Bu doğrultuda Yahudilerin dinî hayatının vazgeçilmez bir parçası olan dualar özellikle II. Mabed’in yıkılmasıyla dinin odağına yerleşmiştir. Bu dualar Kudüs’ün Yahudiler için ifade ettiği anlamı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.[22]
Dipnotlar: