Yıllar önce bilgisayarımın dinlenme programını 60 saniye tuşlara dokunmadığımda devreye girecek şekilde ayarlamıştım. Öyle bir program ayarı ki durmaksızın kendi kendini yeniliyor: Neredeyse son sekiz yıldır dünyanın doğusunda-batısında, gittiğim her yerde çekmekte olduğum fotoğrafları ‘tesadüfi ard arda gelişler’le ekrana yansıtıyor. Kimi fotoğrafın detaylarına doğru zoom yapıyor, kimi fotoğrafı yukarıdan aşağıya tarıyor rastgele. Böylelikle hareket hiç kesilmiyor, bir nevi film şeridi oluşuyor kendiliğinden. Her seferinde bambaşka bir sıralamayla.
Mekân ve zamanları iç içe geçiren, üst üste yığan, birleyen ve her seferinde başka bir terkibe dönüştüren şaşırtıcı bir belleğe dönüşüyor sanki tüm anılarım. Yazan bir kimse için eşsiz bir esin kaynağı. Belleğin bahçesinde kimi zaman eski bir su kuyusunun kapağını kaldırıyorum. Kimi zaman henüz genleriyle oynanmamış yaşlı bir gül tohumuna ulaşabiliyorum. Bazen Harran ovasının kuru sıcağından, Paris’in Seine nehrindeki hararetli bir tekneye sıçrıyorum. Bazen İskenderiye’nin kordon boyundaki meçhul asker anıtından Seddülbahir köyüne, Çanakkale boğazını selamlayan kahveye ışınlanıyorum. En çarpıcısı da benzerliklerle ayrışmaların bir devam edişi simgelediğini fark etmem. Hiçbir şey birbirinden bağımsız değilmiş diyorum bu ard arda ekranıma düşen imgeleri seyrederken.
Sonra başka şeyler de oluyor. Sözgelimi Portekiz’in okyanusa açılan sahilinde, solgun bir ışıkta altı yıl önceki ‘genç ben’le karşılaştıktan hemen sonra Sultanahmet’te bir sonbahar günü Bizans taşlarının rutubetinde olgunlaşmakta olan bakışlarıma uyum sağlamam kolay olmuyor. Nesnelerin, mevsimlerin, bakışların ve algıların durmaksızın değiştiğini somut olarak izliyorum ekranın karşısına her geçtiğimde. Zaman ve mekân algım alt üst oluyor. Sıçramalara, kesişme ve ayrışmalara gönderme yapan, mecazi bir hakikatin gölgesinde yazmaya devam ediyorum usul usul.
İçimde bir umut filizleniyor; günümüze, dünyaya ve memlekete dair taşıdığım kaygılardan, hiçbir şeyin yerli yerine konulamayacağına dair endişelerimden, zulmün tükenmeyişi yüzünden duyduğum sıkıntılardan habersiz fıtri bir umut bu. Ve kimi ayrıntılar dünyanın bambaşka dönem ve toplumlarından çıkıp ekranıma yığılırken yolculuğumuzun farklı katmanlarında her şeyle birlikte seyir halinde olduğumuzu seziyorum. Ben, başkaları, şu sarmaşık, kedimiz Gümüş, seherde öten bülbül, Boğaz'dan geçmekte olan bir yük gemisi, hıncahınç dolu bir halk otobüsü... Her şey aynı istikamete doğru akıp gidiyor kendi yatağında. Bu her şeyle birlikte devam ediş hali, ezelî ve ebedî yolculuk beni şu hadis-i şerife döndürüyor sık sık: “Zamana (dehre) sövmeyin, zira zaman Allah’tır.”
İlk bakışta ilgisiz durabilir ama zaman içinde meydana gelen her şeyin O (cc)’nun iradesiyle gerçekleştiğini hatırlamak veya hiç unutmamak bazen tam da bilgisayar ekranınızdan akan çeşitli görüntüler vesilesiyle olabiliyor. Bu hadisten çok kabaca şu anlamı çıkarıyor işin ehli: “Musibetleri başınıza getirdiğine inandığınız ‘zaman’a söverseniz eğer, Allah’a sövmüş olursunuz. Çünkü musibetleri başınıza getiren zaman değil, Allah’tır. Cenab-ı Hakk’ın ‘Ben zamanım’ demesi ise ‘Ben zamanın sahibiyim’ anlamındadır.”
“Bu çağda dünyaya çocuk getirilir mi!” “Bunca savaş çıkaran insanlık kendi kendini yakında yok edecek.” “İklim değişikliği dünyanın sonunu getirecek.” “Bu memleketten adam çıkmaz.” “Hiçbir şey iyiye gitmiyor.” Böyle her şeydeki olumsuz yüzü değişmez doğru kabul eden zamana tapanlar, bir bakıma kendilerine tanrılık atfediyorlar farkında olmadan. İnsanın kendi vehimlerine inanması batıl inançtır çünkü.
“Hem müşrikler dediler ki hayat ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen zaman yokluğa sürükler. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece böyle zannederler.” (Casiye Suresi, 45:24) Bazen hiç farkında olmadan, içinde yaşadığımız zamandan kendimizi soyutlarız. Ve zamanı her felaketin sorumlusu olarak suçlarız. Onun mahlûk olduğunu unutarak. Zaman bize emanet edilmiş bir nimettir ki ‘asra yemin olsun’ diyerek bunun idrakına varmamız istenmiştir ayette.
Zamanın geçişini izlemek insanda sonsuz bir anın içinde olduğu hissini uyandırıyor. Bu yüzden geçmiş ve geleceğin izafi kavramlar olduğunu fark edebiliyoruz ve belki yine bu yüzden anın sonsuzluğunda hep ‘ol’ emrinin içinde olduğumuzu sezebiliyoruz. Her geçen an tıpkı benim ekranımda akan imgeler gibi sonsuz tek andan ibarettir diyebiliriz o halde. Zamanı nasıl, neye göre parçalayıp bir bölümünü ele alarak ona sövebiliriz ki bu durumda? Nimete şükretmek yerine, nimeti verene isyan etmek olmaz mı aynı zamanda bu? Kadere ve kazaya karşı durmak olmaz mı?
Niyazi Mısri, “an sırrıyla nefes, bütün oluşlara ve zamanlara yayılmıştır” der, “an genişleyince gün adını alır. Gün genişleyince haftalar, aylar, seneler ve devirler doğar. O halde an üzerine eklenen her şey zâiddir. Hakiki varlık, zamanın sari, küllî burçları ve mertebeleri Allah’a ait olan bu andan ibaret kalır ki ‘O her an bir şandadır’ ayetiyle buna işaret edilmiştir. İşte Zat’ın isimlerinden olan ‘dehr’i meydana gtiren zaman hakikati budur.”
İbn Arabi’ye göre de zaman değişmez, tüm zaman birimleri bir tek an’dan ibarettir. Bütün mekânlar için de durum aynıdır. O makamda isim ve sıfatların tekabülü yoktur: “Çünkü o hakikatlerin hakikatidir. Ne üstünde ne altında heva yoktur. O, yer ve gök yaratılmazdan önce öyle idi, şimdi de öyledir. Daima öyle olacaktır. Zamanın değişmesiyle an değişmez. Mekânların değişmesiyle de mekân değişmez.”
Bilgisayarımın dinlenme modunda devam edegelen zaman ve mekânları izlerken kalbime şöyle bir ilham geliyor: Madem Rabbim bu devirde ve şu günde beni mevcut kılmış, vücudumda ve vicdanımda bu varoluşun hikmetlerini keşfetmem, buradaki hikmetleri tefekkür etmem ve hakikatin ruhundan payıma düşen nura doğru yol almam gerekmez mi?.. Bana takdir edilen zamanda buraya gelmişsem bundaki hayrı bulmam ve kendimi bilme serüvenimi insan olma yolculuğu kılmam gerekmez mi?.. Bunun hemen ardından Efendimiz’e dönüyor kalbim yeniden.
“Zamana sövmeyin” hadisinin bana hatırlattıklarının Efendimiz’e bakan yönüne gelince... “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur” hadisinden başlayarak bütün ilahi isimlerin ilk defa Nûr-u Muhammedî’de tecelli etmelerinin sırrına en azından bir adım atmış olabiliriz. Bir rivayete göre Efendimiz’in “Ben peygamber iken, Âdem ruh ile ceset arasındaydı” diye buyurması veya diğer bir rivayete göre “Ben yaratılışta bütün peygamberlerden önce var edildim, peygamberlikte ise onların hepsinden sonra gönderildim” diye buyurmasını tefekkür etmeye başladığımızda dünyaya hapsedilmiş lineer zaman algımız tek hamlede kırılır. Daha sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün insan ömürleri, ilk olarak Efendimiz’de tecelli eden ismin tezahürleri değil midir... Nûr-u Muhammedî tüm mahiyetlerin ortak ismi olduğuna göre, İbn Arabi’nin dediği gibi, şeylerin vücuda gelişiyle bu mahiyetlerin ilim dairesinden kudret dairesine geçişi de gerçekleşmiş olur.
Ve sonra bir başka hadise doğru devam ediyorum: “Kim ki beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” Bu müjde, önce ile sonrayı an’da birliyor. O’nun temsil ettiği hakikatin evrensel ve diri oluşunun bir kanıtı değil midir bu! Efendimiz’i ziyaret etmek; geçmişle bugünü ve geleceği birleştirdiği gibi mekânları da birleştiriyor. Yeryüzünün doğusuna ve batısına O’nun kokusunu bırakıyor. O’nu ziyaret etmek, yalnızca ravza ziyaretiyle sınırlı değil kuşkusuz. Müminler için devam edegelen bir kalp yolculuğu bu aynı zamanda.
Öte yandan Hz. Peygamber’in salih rüya yoluyla ‘görünen’ mevcudiyeti her birimizde kendi sırrımızı ‘canlandırdığı’ gibi, bizzat ismiyle de tüm anlamlarımızı kendinde topluyor. Çünkü Hz. Muhammed (sav) bütün isimlerin manalarını taşıyor. Bize bildirildiğine göre O’na ‘cevâmiu’l-kelîm’ verilmiştir: Bu mertebenin ismiyle, bütün fıtri kabiliyetleri cem eden Allah’tır. O’na Allah’ın gölgesi ya da ‘ilk gölge’ denmesinin bir sebebi de insan-ı kâmil’in ‘Allah’ın gölgesi’ olmasıyla bağlantılı. Bilgisayar ekranımdan gözlerimi ayırdığımda, ‘gece karanlığında Medine’de nur yüzlü kadınlar’ vardı. Buradan oraya... An’ın açılışlarında...