Kur’ân-ı Kerim altı bin küsur ayetten, 114 sureden oluşur. Bazı bilginler, ‘bütün bu ayetler ve sureler bir surede derç edilmiştir’ derler. Mesela İmam eş-Şafii ‘Sadece Asr suresi nazil olsaydı insanın yükümlü olması için yeterli olurdu’ demiştir. Bazıları aynı ifadeyi Fatiha veya İhlas suresi için kullanırlar. Büyük hadis bilgini Ebu Davud dört hadis seçerek bütün hadis külliyatının bu hadislere derç edildiğini söyler. Bana öyle geliyor ki, dinin bizi sevk etmek istediği yeri bir cümlede özetlemek isteseydik söyleyebileceğimiz en uygun hadis bu olurdu: ‘Allah neye bakar?’ Önce şunu tespit etmek gerekir: Allah insanın baktığına bakmaz.
Hadisin dikkate değer yanı, bir karşıtlık kurarak Allah’ın muradını bize anlatmış olmasıdır. Bu karşıtlık beden ve yüzümüz ile kalbimiz veya ruhumuzdur. Bu iki şey arasındaki karşıtlık ile hadis bir tarif yapar gibidir. Çünkü hadiste Allah’ın neyi dikkate aldığı söylenmiş, neye bakmadığı da söylenerek zımnen bir husus daha ifade edilmiştir. Demek ki başka birisi veya bizzat insan Allah’ın baktığına değil, O’nun bakmadığına nazar-ı dikkatini veriyor. Belki bütünü için söylenmese bile, insanların neye baktıkları neyi dikkate aldıkları her zaman şaibelidir. Biz insanlar, dünyaya dönük cihetimizi esas alırız, başka bir tarafımız varsa bile onu bu tarafla ilişkisi ve ona katkısı yönünden muteber sayarız. Bu sadece kendimizle ilgili değildir, başkalarına da öyle bakarız. Kurân-ı Kerim’in son surelerinde bilhassa olmak üzere ayetler, ayet-i kerimeler insanın mal toplamak, evlat ve aile sahibi olmak, kısaca bedence güçlenmek arzusunu anlatır. İnsan zanneder ki, sahip oldukları onu yüceltecek ve her şeyden önemlisi ebedi kılacaktır. İçimizdeki en güçlü saik varlığımızı sürekli kılmak, yani ebedileşmektir. Dince günah sayılan bütün fiiller, bedeni ve yüzümüzü esas almamızdan kaynaklanır. Burada ‘yüz’ için kısa bir açıklama yapmak lazımdır: Yüz insanın şahsiyeti ve kişiliği anlamına gelerek bedenin öteki kısımlarından ayrışır. Ayrışır fakat yüzümüz varlığını bedenin varlığına borçludur. Bu nedenle ikisi bir bütün teşkil ederler.
Tekrar bahsimize dönersek, kibir beden arzularının bize hâkim olmasından kaynaklanan en büyük günahımızdır. Kibirle insan kendi yüzünü ve bedenini göstermek ister; kibir erdemlerden çıkmaz, hazlardan kaynaklanan bir günahtır. Biz kendi bedenimize ve onun hazlarını dikkate alınca kibirleniriz veya hasede kapılırız. Kibir aktif günahımız, haset ise pasif kibrimizden başka bir şey değildir. Hırslar bedenimizle ve ‘yüzümüzle’ ilgili varlık iddiamızdan kaynaklanan duygularımızdır. Cimrilik bedenimizin varlığını korumak ve ona lazım olan şeyler hakkındaki kıskançlığımızdır. Çünkü bedenle ilgili işlerin tükenebileceğini biliriz, sakınırız. İkiyüzlülük veya riyakârlık bedenli varlıklar arasında nasıl görüneceğimiz hakkındaki kaygılarımızdan kaynaklanan büyük günahımızdır. Büyük günah fakat yararsız ve neticesizdir çünkü bedenle ilgili hazların hepsi geçicidir. Bizim kendimizi görmemiz hiçbir zaman bize yetmez, hiç kimse yeterince güvenli ve güçlü değildir. Mutlaka bir başkasının bizi görmesini isteriz, onun tarafından beğenilmekle varlığımızı teyit ve tahkim etmek zorunda kalırız. Riyakârlık insanın neye baktığı sorusunun en kesin cevabıdır. Biz bedenimizin dünyasını ve onun hazlarını esas aldığımız için insanların bizi görmesini isteriz, bize varlık ihsan edeceklerini zannederek onlar tarafından görülebilecek/beğenilecek şeyleri yaparız. Bu durumda duyularımızla algıladığımız dünya bizim için asıl haline gelirken aklımız duyuların etkisi altında savrulur ve ezilir.
Buna mukabil din insanı daha ulvi bir mertebeye doğru yönlendirmek ister. Çünkü insanın ‘en güzel surette’ yaratıldığını kabul ederek ona layık davranışlardan söz eder. İnsanın beden dünyası ve onun hazlarından ulvi cihete yönelebilmesinin ilk şartı bir ruhu olduğuna inanmasıdır. Biz ruh sahibi bir varlığız ve bizi insan kılan odur, başka bir yönümüz nedeniyle insan olmadık. İnsan buna inandığında din ile irtibat kurmaya başlayabilir. Bu durumda insan kendisini insan kılan nitelikler neyse dikkatini onlara vererek ‘mümin’, Müslüman ve gerçek bir insan haline gelir. Hz. Peygamber bize Allah’ın yani hakiki varlığın bizim kalbimize baktığını söyledi. Kalp insan içinde bir organın adı değildir tam aksine o insanın ruhudur ve ruhani her şeyin merkezidir. Allah oraya baktığına göre değer verdiği şey bellidir: Ruhun fiilleri! Bunlar güzel ahlak olarak bildiğimiz merhamet, doğruluk, düşünme, cömertlik, adalet, affetmek gibi niteliklerdir. Fakat her şeyden önce bu ahlaka kaynaklık teşkil edecek bir bilgelik ve yönelme halidir. Bu bilgeliğe marifet, yönelme haline ise ihlas denilir.