Geleneğe karşı nasıl bir tutum geliştirmeliyiz? Birşeyin pozitif bir değer verilerek kabul görmesi için gelenekte bulunması yeterli midir? Veya tam aksine gelenek ve geleneksel olması bir şeyin olumsuzlanıp reddedilmesi için yeter sebep midir? Ya da geleneğe tamamen karşı çıkmayan, ama onun sınırları içine de haps olmayan üçüncü bir durumdan bahsedilebilir mi?
Gelenek üzerine düşünmeye başladığımız da yukarıdaki gibi onlarca sorunun gündeme gelmesi tabiidir. Ancak bu soruların doğru cevabının bulunabilmesi için öncelikle "hangi gelenek" sorusunun aydınlatılması gerekir. Her ne kadar bütünüyle geleneği kutsayanlar veya onların tam aksine bir hususu reddetmek için gelenekte olmasını kâfi görenler bulunsa da aslında bir şeyin gelenekte yer alması ya da gelenek hâline gelmesi, onun iyi veya kötü şeklinde nitelenmesi için yeterli değildir. Bu sebepledir ki "hangi gelenek?" sorusuna cevap aramak öncelikli ve anlamlıdır.
Kur'an-ı Kerim'in geleneğe karşı yaklaşımının doğru tespit edilebilmesi için de öncelikle bu sorunun cevabını vermek zorunludur. Nitekim Kur'an'da bir taraftan atalar geleneğine uyma eleştirilirken diğer taraftan tevhid geleneğine, bir başka ifadeyle İbrahimî geleneğe tabi olunması istenmektedir. İlâhi vahiy incelendiğinde görüleceği gibi, Kur'an'ın bütününde hak ve bâtıl çatışması konu edinilmekte, böylece bir bakıma iki farklı gelenek ele alınarak insanlar hak, sahih ve doğru geleneğe uymaya davet edilmektedir. Dolayısıyla Âdem aleyhisselâmdan beri tarih boyunca süregelen hak-bâtıl, iyi-kötü, tevhid-şirk mücadelesini iki farklı geleneğin mücadelesi olarak da yorumlamak mümkündür. Bu gerçeğe işaret eder bir biçimde bu yazının başlığı "Atalar Geleneğine Karşı Tevhid Geleneği" şeklinde isimlendirilmiştir.
Ne yazık ki , geçmişten günümüze insanların en büyük sorunlarından biri de kendilerini diğer canlılardan ayıran akıl melekesini kullanmaktaki tembellikleridir. Bu sebeple Kur'ansadece aklı kullanmamayı kınamakla kalmayıp, insanı düşünmeye ve tefekkür etmeye de yöneltmektedir. Üstelik insanın önyargılarını ve şartlanmışlıklarını kırmasına yardımcı olarak, aklını işlevsel kılmaya itecek etkileyici bir üslupla muhataplarına hitap etmektedir. Zira ancak aklını kullanan insan tevhidin hak olduğu gerçeğinin farkına varacaktır. Asırlar boyunca yenilenen vahiy ile devamlı ve değişmez bir gelenek olarak tevhidin varlığı gerçek olduğu gibi, akla uygunluğu açısından bu geleneğin başkalarına benzemediği de bir gerçektir. Bu bağlamda tevhid geleneğinin son şekli olan İslam ve onun etrafında üretilen İslam düşünce geleneği de bir akıl ve vahiy geleneği olarak isimlendirilebilir. Çünkü İslam'ın seçiminde akıl öncelikli rol oynadığı gibi, süreç içinde anlaşılıp yorumlanmasında da akıl etkin bir rol oynar. Bu sebepledir ki, İslam kelâmcıları arasında dine girişin akılla olduğunu düşünenler bulunmaktadır. (bk. Hülya Alper, İmam Mâtürîdî'de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul: İz yayıncılık, 2009, s.157-164.)
İslam dışı gelenekler değil, İslam kültür havzasında süregelen geleneği "sırf gelenek olduğu"için kabul etmek aslında bu dinin ruhuna terstir. Elbette bunu söylemek Müslümanların mevcut geleneklerini yok sayma değildir. Zira din tabii ki bir gelenek içinde var olacaktır. Ancak burada önerilen, bu geleneğin hak olduğunun farkına varılarak taklit yoluyla değil, akıl yoluyla, bilinçli ve şuurlu olarak ona ittiba edilmesidir; belki böyle bir yaklaşım kişiyi kurtuluşa götürebilir. "Eğer dinleseydik veya akletseydik bu ateş halkı içinde olmazdık." (Mülk,10)