21 Mayıs 2012

Yöneticilik, toplumsal hayatta üstlenilen en büyük sorumluluktur. Yerine göre yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca kişi adına karar veren insanların taşıdıkları mesuliyetin ağırlığı, bunun nihai hesabını Allah’a vereceklerine inanan müminler için büyük bir yüktür. Hakkını verebilenler için binlerce hayır dua ve ebedî mutluluk vesilesi olan bu görev, kendi çıkar ve ihtirasları uğruna halkına zulmedenler için giyeni her iki dünyada da yakıp kavuracak ateşten bir gömlektir. Bunun bilincinde olan birçok İslam büyüğü geçmişte kendilerine tevcih edilen görevlerden ısrarla kaçınmışlar, hatta bu uğurda hapsi ve ölümü bile göze almışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, müminlere belirli bir yönetim biçimi öngörülmemiş olmakla beraber, iyi bir yönetimin nasıl olacağıyla ilgili ilkeler verilmiştir. Bunların başında ehliyet ve liyakat ilkesi vardır. İkincisi adalettir. Cenab-ı Hakk, “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder” (Nisâ, 58) buyurmaktadır. Adaleti emreden ve zulmü kötüleyen birçok ayet, (Bakara, 188; Nisâ,10; Maide, 8, 42; Enam, 152; Nahl, 90; Sad, 26.) adil yönetim ilkesinin çok önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu önemi idrak eden atalarımız, “devlet küfr ile payidar olsa da zulüm ile payidar olmaz” demişlerdir. İyi yönetimin diğer bir ilkesi günümüzün deyimiyle katılımcılıktır. Bu da seçimle olur. Yöneticiler ilahi bir lütufla gelmeyeceğine göre insanların kendi yöneticilerini seçmeleri en uygun yöntemdir. Nitekim Allah Rasûlü, İslam’a davet ettiği insanlardan, kendisini destekleyeceklerine dair söz (biat) almış ve onların desteğiyle toplumun lideri olmuştur. Bu yüzden Allah’ın, kendisini elçi olarak gönderdiğini defalarca söylediği halde hiçbir zaman onlar üzerine yönetici olarak gönderildiğini beyan etmemiştir. İnananların desteği O’nu toplumun doğal lideri ve yöneticisi yapmıştır. Kendisinden sonra gelen ilk dört yönetici de toplumun çoğunluğunun biati yani onayı ile başa geçmişlerdir. Daha sonra halife olarak anılan bu yöneticilerin arkasından, silahlı güçlerini kullanarak başa geçen ve yönetimi bir hanedan mirasına dönüştüren idareciler, toplum üzerinde manevi nüfuz oluşturmak için “halifelik” gibi bir unvanı da kullanmışlardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, müminlere belirli bir yönetim biçimi öngörülmemiş olmakla beraber, iyi bir yönetimin nasıl olacağıyla ilgili ilkeler verilmiştir. Bunların başında ehliyet ve liyakat ilkesi vardır. İkincisi adalettir. Cenab-ı Hakk, “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder

Bilindiği üzere İslam dininde “halifelik” diye bir yönetim biçimi olmadığı gibi, Kur’ân ve sünnetten kaynaklanan böyle bir kurum da yoktur. Allah Rasûlü’nün vefatından sonra başa geçen ilk yöneticilere “halifetü Rasûlillah” (Allah Rasulü’nün halefi/ardılı) denmesinden kaynaklanan bu kullanım, sonradan özel bir anlam kazanmaya başlamıştır. Hicrî I. asrın ilk yarısında daha çok “emiru’l-müminin, imamu’l-müminin” (müminlerin emiri/yöneticisi/önderi) hitabına muhatap olan idareciler, “halife” kullanımının giderek yaygınlık kazanmasından sonra Hz. Peygamber’in manevi halefliğine de aday olduklarını imâ eden bu unvanı bazen toplum üzerinde bir otorite aracı olarak kullanmışlar, bazıları daha da ileri giderek “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi nitelemelerle hâkimiyetlerine ilahi bir unsur katmaya çalışmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber’in vefatından sonra başa geçen yöneticiler, O’nun peygamberlik görevinin değil, yönetim görevinin halefi olmuşlardır. Peygamberlik görevinin kendisiyle son bulduğu Hz. Muhammed (sav)’in elçilik görevine halef olmak da doğal olarak mümkün değildir. İlk halifeler de zaten böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Allah Rasûlü, manevi mirası olan İslam dinini ise bütün bir ümmete bırakmış ve onlardan bu mirasa layıkıyla sahip çıkmalarını istemiştir.

Bilindiği üzere İslam dininde “halifelik” diye bir yönetim biçimi olmadığı gibi, Kur’ân ve sünnetten kaynaklanan böyle bir kurum da yoktur. Allah Rasûlü’nün vefatından sonra başa geçen ilk yöneticilere “halifetü Rasûlillah” (Allah Rasulü’nün halefi/ardılı) denmesinden kaynaklanan bu kullanım, sonradan özel bir anlam kazanmaya başlamıştır.

İyi bir yönetimin vazgeçilmez unsurlarından birisi de meşverettir. Serahsî’nin (ö. 490), “akılların birbirine aşılanması” (el-Meşveretu Telkîhu’lukûl, Usûl, 2/94.) olarak tanımladığı meşveret, bugünün ifadesiyle görüş alışverişinde bulunmaktır. Bu da yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerine yakın olmalarını, ya doğrudan ya da dolaylı yoldan görüş ve önerilerini paylaşmalarını gerekli kılar. Demokratik bir yönetimin esası da budur. Hemen her konunun uzmanlık gerektirdiği günümüzde, ehil olanı istihdam etmek ve iyi bilenle istişare etmek başarılı bir yönetimin ön şartıdır. Cenab-ı Hakk; elçisine, çevresindekilerle istişare etmesini emretmekte (Âl-i İmran, 159.) müminlerin işlerinin de kendi aralarında istişare ile olduğunu bildirmektedir. (Şûrâ, 38.) Peygamberi meşveretle emrolunan bir dinde; kerametleri kendilerinden menkul, her söyledikleri hikmet, her yaptıkları isabet kabul edilen kimselere yer olmadığı açıktır. İster dinî ister siyasi, hangi alanda olursa olsun, akıllarını başkalarına rehin veren insanların, akıl nimetini kötü kullanmaktan hesaba çekileceklerinde şüphe yoktur. Başkalarının komutlarıyla hareket edip kendi iradelerini kullanmayan, söz ve eylemlerinin arkasında duramayan kişilerin şahsiyetli mümin oldukları da söylenemez.

Burada yorumunu yaptığımız hadis, her kademedeki yöneticinin toplumuna hizmet etmek, onlara yumuşak davranmak ve işlerini kolaylaştırmakla yükümlü olduğunu bildirmektedir. Sevgili Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, bu kolaylığı sağlayanların öbür dünyadaki işleri de kolay olacaktır. Topluma hizmetin organize biçimi olan devlet mekanizmasının iyi işletilmesinden sorumlu olan yöneticiler, içinden çıktıkları topluma yabancılaşarak birer zorba haline gelirlerse, “ahkemü’l-hâkimîn” (Tîn, 8.) olan Yüce Yönetici’nin huzuruna, sorumlu oldukları kişilerin vebalini üstlenmiş olarak çıkacaklardır.