Ezelden Muhalifin Yeri Neresi?

Neden böyledirler? Neden diğer insanlar gibi kalabalığa karışamaz, öne düşeni herkesle birlikte alkışlayıp, gidişatta münasip bir yer kapmaya odaklanmak yerine durmadan yanlışlara işaret eder ve surat asarlar? Bu durumun, küçük bir kısmının yaratılıştan, çok daha büyüğününse yetiştirilme şartlarından gelen, derin bir altyapısı olduğunu düşünüyor ve haddim olmayan bu alana girmiyorum. Biz gelelim, sayıları hiç de az olmayan ve bu muhalif olma enerjisini boşaltabilecekleri elverişli mecralar bulamayınca, kendi başlarına da çevrelerine de sürekli dert açan bu insanları aramızda nasıl barındıracağımız ve hatta onlardan nasıl yararlanacağımız konusuna.

Bugün bahusus inançlı çevrelerin, insanların çeşitliliği konusuna nasıl yaklaşacakları ve kendi muhaliflerini nereye koyacaklarını bilememeleri başlı başına bir sıkıntı kaynağı. Oysa Peygamberimizin, kendisine aynı soruyu soran farklı kişilere farklı cevaplar vermesinin, kimseyi kimse ile yarıştırmamasının, nispeten kaba, cahil ve günahkâr müminlere bile halkanın içinde kalacakları şekilde kol kanat germesinin, kimseyi -hatta münafıkları bile- dışlamamasının, “ben müminim” diyen herkesin onun etrafında kendine bir yer bulabilmesinin bizi Allah’ın rızasına giden yolların insanlar sayısınca olduğu bilincine ulaştırması gerekirdi. Dinin en temel amaçlarından biri olup tamamen vahiyle belirlenen ve icrasında içtihada yer olmayan ibadetler alanında dahi kişinin durumuna göre esneklik gösteren bir dinimiz var. Misal, en mühim ibadet olan namazda bile uzun vakitler tahsis edilmiş, hazır olduğumuzda kılalım diye. Hükümlere kesin sınır ve tanımlar konmamış, herkese uysun diye. Bunca genişliğe rağmen oldu ya birisi sınırları aştı, her daim dönüp tekrar aslına dönme imkânı tanınmış (tövbe).

Şimdi, biz Allah’ın kullarını, O’nun onlara tanıdığı o geniş sınırlardan da mahrum edip, dindarlığı tek bir yaşam şekline indirgediğimizde ne oluyor biliyor musunuz? Yukarıda tanıtmaya çalıştığım bütün muhalif ruhları birer birer kaybediyoruz. Umurumuzda değil belki. Ama böyle yaparak bindiğimiz dalı kestiğimizi söylemem gerek. Zira bütün vatan sathını aynı şekilde muti, emre amade, orijinallikten mahrum, tek tip insanla doldurduğumuz zaman, o güruhun adı millet değil, sürü oluyor. Bu durumda da bir medeniyet üretmemiz imkânsızlaşıyor. Farklı kabiliyetleri, değişik zekâları, sıra dışı yetenekleri, delibozukları, Bedir savaşı öncesi “Ya Rasûlullah orduyu buraya yerleştirmeyelim, yanlış olur.” diyebilecek cesurları itelemiş oluyoruz. Yurdumuz bir cazibe/çekim merkezi olmuyor; bir itim merkezi oluyor. Oysa Efendimiz (sav)’in hayatından öğrendiğimize göre yurdumuzda, bırakın biraz sıra dışı Müslümanı, gayrimüslimi bile çekebilecek bir güven ortamını oluşturmamız gerekiyor.

Efendimiz (sav)’in sahabesinin her birinin biyografisine baktığımızda o küçük topluluk içindeki çeşitliliğin hayret verecek derecede zengin olması, hatta evet, içlerinde çeşitli günahlardan muzdarip, bırakamadıkları kötü alışkanlıklar olmasına rağmen o toplumun kabul gören, katılımcı bir ferdi olarak sosyal barış içinde yaşamaları bize hiç mi mesaj vermiyor?

Her söyleneni peşinen tasdik eden, hiç soru sormayan, kral çıplak diyemeyen, hatta kralın çıplak olduğunu göremeyen insanlar herhangi bir işi o güne kadar yapılageldiği şekilden bir santim daha ileriye götürebilirler mi? Bilimde, sanatta, zanaatta, her hangi bir iş görme biçiminde yaratıcı adımlar çoğu kez bu muhalif ruhlar tarafından atılmıştır. Onların muhalif damarlarını, fıtratlarını tahrif edip iç dünyalarını hasta edecek kadar törpülemek yerine, genel sınırlar içinde hareket alanı tanısak ve bu sorgulama yeteneklerini temel bilgilerle donattıktan sonra nereye varacaklarına baksak hepimiz daha kazançlı çıkmaz mıyız? Efendimiz (sav)’in sahabesinin her birinin biyografisine baktığımızda o küçük topluluk içindeki çeşitliliğin hayret verecek derecede zengin olması, hatta evet, içlerinde çeşitli günahlardan muzdarip, bırakamadıkları kötü alışkanlıklar olmasına rağmen o toplumun kabul gören, katılımcı bir ferdi olarak sosyal barış içinde yaşamaları bize hiç mi mesaj vermiyor?

Bu çeşitliliğe dinin doğasının izin vermeyeceğini düşünerek bu muhalif ruhları sessiz ve mutî insanlara dönüştürmek isteyenler zannediyorlar mı ki bu insanlar doğalarında var olan muhalif ruhu terk edip sıradan kopyalara dönüşecekler? Hayır, onların mühim bir kısmı, bizim sunduğumuz o tek seçenekli var oluşu kendileri için fazlasıyla dar bulup sistemin tamamını reddediyorlar. İnsanların çoğu -hatta dindarların bir kısmı- genel anlamda dinin, insanı kalıplara soktuğunu ve her şeyi sıkı kurallara bağlayarak insanın seçeneklerini daralttığını düşünüyor. Ben öyle düşünmüyorum. Eğer bir dinî inanış ve anlayışta darlık, tek tiplilik ve hayatı zora sokan bir gidişat varsa bunun, dinin yapısından değil, o dini ezip büzerek kendi zihin kalıpları içine sıkıştırmaya kalkıp, neredeyse peygamberlerden daha dindar olmaya çalışanlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Oysa ilahi dinler insanın, başta Rabbi olmak üzere, şimdi ve gelecek hayatının temas ettiği tüm varlık alemiyle optimum barışıklık ve verim içinde nasıl yaşayabileceğini gösterir. Üstelik de öğrettiklerine uymayı -kamusal hukuka riayet etmek şartıyla- insanların kendi tercihlerine bırakır.

Gelelim dinin, bu sisteme iman edenlerden, bütün ayırt edici kişilik özelliklerini kapının dışında bırakıp, bir tornadan çıkmış gibi baştan ayağa aynı olmalarını isteyip istemediğine. Yaratılıştan gelen çeşit çeşit özellikleri bizlere taksim eden Rabbimiz yarattığı insan çeşitliliğini tek bir insan tipine indirmek ister mi? Her insan tipinin kendi doğası ile çatışmadan, kendine ve toplumuna azami fayda sağlayarak varabileceği bir kemal noktası yok mudur?

İlahi dinlerin bozulma süreçleri, bazen o dinin kurallarını gevşetmeye çalışanlar eliyle olmuşsa, bazen de adeta ilahi düzenlemeleri yetersiz gören dar zihinli, dar gönüllü insanların, farklı insan tiplerini içinde barındırabilecek o geniş halkayı daraltmaya çalışmaları yüzünden olmuştur.

Nisa Suresi 84. ayette, “De ki: Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar. Rabbiniz kimin doğru bir yol tuttuğunu çok iyi bilmektedir.” buyurularak bu çeşitliliğin fıtriliğine işaret edilmiş ve Efendimiz (sav)’de sayısız hadisinde insanların fıtri özelliklerini değiştirmeye zorlamamak konusunda bizleri ikaz etmiştir. Peygamberimizden öğrendiğimiz üzere cennetin farklı farklı kapıları vardır ve insanlar farklı mizaçları nedeniyle farklı (nafile) ibadetlere düşkün olacaklar, bu nedenle de herkes, kendi mizacına uygun güzel amellerle o kapılardan en az birinden cennete girmeyi başarabilecektir. (Buhari, Fedailu’s-Sahabe, 5 / Müslim, Zekât, 28) Hadislerden öğrendiğimize göre cennete gitmek (ilahi kabule ulaşmak) herkes için öyle mümkündür ki adeta kişinin cehenneme gitmek için, cennete gitmek için olandan daha büyük bir çaba göstermesi gerekir. Çeşitliliğin dikkate alınmasına bir örnek olarak fıkıhta içtihat ve yorum farklılığındaki zenginliği ve bunun ilk dönemlerde İslam’ın yeryüzüne hızla yayılmasına sağladığı katkıyı söylemiyorum bile.

İlahi dinlerin bozulma süreçleri, bazen o dinin kurallarını gevşetmeye çalışanlar eliyle olmuşsa, bazen de adeta ilahi düzenlemeleri yetersiz gören dar zihinli, dar gönüllü insanların, farklı insan tiplerini içinde barındırabilecek o geniş halkayı daraltmaya çalışmaları yüzünden olmuştur. Efendimiz (sav)’in hayatında Allah’ın geniş bıraktığını daraltma isteğine veya belirsiz olduğu için çeşitlilik ve genişlik içeren ifadeleri belirli kılarak sınırlandırma çabası güden soru ve taleplere nasıl cevap verdiği malumdur. Bütün bu nedenlerle, asıl kendi dar gönlünü dinin yapısı zannedip herkesi o darlığa mahkûm etmeye çalışanların, bakışlarını dine uygun bir şekilde genişletmeleri gerekmektedir.