"Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve korur." (Tirmizi, İlim 7)
Müminlerin bir vücuda, bir binaya benzetildiği hadis-i şerifleri okuduğumuzda gözümüzde canlanan birlik görüntüsü, muhteşemdir. Hacda, tavaf halkasındayken, eşsiz hisler taşırsınız belki ama bir de uzaktan hele yukarıdan o akışı izliyorsanız adeta kâinat döner yüreğinizde. Bir Cuma vakti yollara taşan cemaatin rükuya ve secdeye varışına şahit olmak da böyledir. Topluluğun içindeyken belki farkına varamadığınız o birlikte iniş kalkışlar, o hep beraber alnı yere koyuşlar, ürpertir seyreden benlikleri.
Hepsi aynı boyda tuğlalardan örülü bir duvar değil, irili ufaklı taşlardan oluşmuş bir yapı düşleyin. İnsan toplulukları için bu misal, daha gerçekçi bir hayal zira. Kimsenin huyu, yaratılışı, zevki, gidişatı kimseye benzemez. Allah her kulu, "biricik" yaratmıştır. Zekası, düşünce tarzı, hayat felsefesi farklı milyonlarca insan. Milyonlarca mü'min. Bir kısmı belki niye dünyaya gönderildiğini sorgulamıyor, öyle, kolayına geldiği gibi yaşayıp gidiyor. Bir kısmı oldukça iddialı, ne istediğini ne aradığını gayet iyi biliyor. Birçoğu özüne güvensiz, yerdeki çöp kadar kıymet vermiyor kendine, bazılarıysa zübde-i âlem olduğunun farkında, bu şuurla atıyor adımlarını.
Vakıa, "Bu kadar çok algı, bu kadar farklı zihniyetle, nasıl olacak birlik?" sorusunu getiriyor akla. İslam dininin temelini oluşturan tevhid ilkesi, akaidin değişmez prensiplerinde tekliği öngörürken bunun elde ediliş biçimleri (inanç mezhepleri) ve uygulamadaki çeşitlilik (amel mezhepleri) hiçbir dinin sağlamadığı esnekliği sağlar. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" buyuran bir peygamberin takipçileri olarak bizler, dini yaşamanın zor değil bilakis kolay, İslam'ın, donuk, kurallarla örülmüş, katı bir yapı değil tersine fıtratla ve doğal akışla uyumlu tek din olduğunu biliriz.
İşte bu dinin iki ana kaynağından biri olan sünnetin, başlangıcından günümüze kavuşmasını temin eden muhaddislerin gayreti takdire şayandır. Hz. Peygamber'den bizlere ve sonraya ulaşan, doğru lafızlarla akan bir kelamın belki de yüzyıllar sonra gerçek ve söylendiği andaki yorumuna en yakın anlamının elbisesine bürüneceğine inanç, hadis ulemasının "kelimesi kelimesine hadis nakli" konusundaki titizliğini anlaşılır kılmaktadır.
Tabiatları farklı insanların, zeka ve algı, hafıza ve nakil kabiliyetleri de çeşit çeşittir. Dinin sonraki nesillere ulaştırılmasındaki ihlas ve iyi niyet, bu faklılıkları en aza indirir. Kimi dökmeden taşır kovadaki suyu, kimi o kovadan aldığı bir kâseyle, kıtaların suya kanmasına vesile olur.
Hangi taş diğerinden daha kıymetlidir? Onu yalnızca hıfzedip taşıyan mı, ondan hayatî hükümler çıkarıp ilim kâsesinin içindeki bala, bal katan mı? Küçük taş mı, büyük taş mı? İkisi de. Biri olmasa diğeri metne tam anlamıyla sahip olamayacak, diğeri olmasa berikinin ameli safi bir taşıyıcılıktan öteye gitmeyecek. Hz. Peygamberin "yüzünü ağartsın" diye dua ettiği nesil, belki kitaplaşma döneminden sonra azalmış addedilebilir. Ama hâlâ, Hz. Peygamber'in: "Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah'ı zikretmek ve O'na yaklaştıran şeylerle, "İlim öğreten alim ve öğrenmek isteyen öğrenci bundan müstesnâdır" (Tirmizi, Zühd 14.) sözüyle kendimizi değerlendirecek (değerli kılacak) fırsatımız mevcut.