Dünya hayatı bir oyun ve eğlence, insan da bu oyunun baş aktörü… Yaşadığımız hayatın, öteye bakan yüzü var. Bu çerçeveden bakınca Allah, kullarının hangisinin daha güzel yaşayacağını, davranacağını görmek için hayatı ve ölümü yaratmıştır. Yani bu dünyayı ve öte dünyayı… Amaç, kulluğu yani insanın kendini gerçekleştirmesidir.
Bu yazı, günümüz mülteci meselesine atıflarda bulunarak kulluğun iki adından söz edecektir: Muhacir ve ensar. İmanın iki görüntüsü…
Hicret, fitne döneminde fitneden uzaklaşmak demek aynı zamanda. Hz. Osman döneminde fitne çıktığı zaman sahabilerin bir kısmı, Medine’den Şam’a gitmişlerdi. Şam, Medine olmuştu onlara. Şimdi kardeşlerimiz, bir başka fitneden savaştan, zulümden kaçarak Şam’dan, Halep’ten bize geliyorlar. Medine Hatay oluyor; Kilis, Antep, Urfa, Bursa oluyor; ensar biz oluyoruz.
Hicret, bıraktığın evin, dünya malının gözünde olmayarak Allah’ın dinini yaşayabileceğin bir yere gitmektir. Muhacir, gözü terk ettiklerinde olmayandır. Ensar da gözü verdiklerinde kalmayandır. Suheyb b. Sinan, Mekkeli müşriklere bütün varını vererek Peygamberi’nin peşine düşen kişidir. Allah’ın “ticaretinin karlı çıktığını” söylediği kimsedir muhacir.
Sahabenin birinin çok güzel evi varmış, Mekke’de bırakınca üzülmüş, Peygamberimiz “Allah’ın sana cennette bir köşk vermesi ondan daha hayırlı değil mi?” buyurmuş. Ticareti karlı çıkan sadece Suheyb değil, bütün muhacirler…
Hicret, bir eyleme geçiştir. Mala ya da mülke “eyvah” etmek değil, geldiği yerde, yurt edindiği memlekette gayret içinde olabilmektir. Geniş anlamıyla düşündüğümüzde, hepimiz muhaciriz. Başlangıçta, hepimiz Allah’ın bilgisindeydik. Sonra Allah, hikmetiyle bizi bu dünyaya gönderdi. Memleketinden, vatanından ayrılan insan sudan çıkmış balık gibidir, suya dönmek içindir tüm çırpınışları. Hepimiz, bu dünyada Allah’a dönmek için çırpınıyoruz. Dünya ki ahiretin tarlası. Asıl yurt ahiret olunca onu kazanmanın yolu, bu dünyayı iyi yaşamaktan geçmekte. Yaşadığımız yer, Suriye olur, Türkiye olur, Filistin olur, Makedonya olur… Coğrafyanın önemi yoktur. Önemli olan, bulunduğun yerdeki gayretin, çabandır. Allah, insana sadece çalıştığı kadarını verir.
Muhacirler, Medine’ye gittiklerinde hastalanmışlardı. Hz. Ebû Bekir, Bilâl-i Habeşi, “Bir gece bile Mekke’de olsam” beyitlerini terennüm ediyorlardı. Hz. Aişe (r.anha) durumu Rasûlullah Efendimiz (sav)’e bildirdiğinde Peygamberimiz “Allah’ım, bizlere Mekke’yi sevdirdiğin gibi, ondan daha fazla Medine’yi de sevdir! Allah’ım, ölçü ve tartımızı bizim için bereketli kıl! Medine havasını bizler için sağlıklı kıl!” diye dua etmişti. Allah’ın, “dünyadan da nasibini unutma” dediği durum budur belki de. Dünya bizim Medine’miz olunca. Medine’yi sevmeli. Medine’nin hakkını en iyi şekilde yerine getirmeli ki Mekke’ye fatih olarak dönebilesin. “Ölçü ve Tartı” için dua etmesi önemli. Peygamberimiz, “Allah’ım senin razı olduğun denge nasılsa, bizi ona razı et” demek istiyor şüphesiz. Dünya ve ahiret dengesi… Ölçülü yaşama…
Muhacir, yetimdir aynı zamanda. Yetim Arapçada “yalnız, tek başına” demektir. Aklımıza birçok yetimlik gelebilir ama en ağırı, şüphesiz vatan yetimi olmaktır. Aynı bağlamda düşündüğümüzde, nimetlerin en güzeli de vatan nimetidir. Takdir olunmalıdır ki her nimetin şükrü, kendi değerindendir. Yetim, saçı sakalı olsa bile kendi işini göremeyendir. Allah’ın onun işinde seni kullandığı kişidir. “Sakın yetimi aşağılama, itip kakma!” diyor Allah. Ahiret gününü yalanlayan da yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir. Bunlar, ölçünün ve tartının bereketinin gittiği durumlardır. Dengenin iflas ettiği, dünya uğruna ahiretin kaybedildiği durumlardır. O halde, vatan yetimini de aşağılamamalı, kucak açmalı ki vatan nimetinin şükrü ifa edilsin. Bu vatan yetimlerinin bir kısmı, baba yetimidir de şüphesiz. Hz. Peygamber, eşi olmayan ve iki kız çocuğuna bakan bir kadın için cennette ona çok yakın (iki parmak yakınlığı) olacağını belirtiyor. Kendi yetimlerine bakan bir kadın için bu müjde varsa, başkasının yetimine bakan kadın ve erkek için nasıl göz aydınlıkları saklıdır acaba? Hz. Musa (as)’ya annesi olmadığı halde kol kanat geren Asiye annemiz, dünyada bu güzelliği idrak ederek yaşayan hanımdır. Bir örneği de peygamberin bu müjdesini iyi anlayıp, sofrasında yetim olmadan yemek yememeye özen gösteren İbn Ömer’dir. Bu çocuklar, öncelikli olmalıdır şüphesiz. Onlar, dengeli bir yaşamın göz ardı edildiği günümüz dünyasında birilerinin arzu, hırs ve ihtiraslarının yetimi olarak gözümüzün önündedir. Onlarla ilgilenmek, aynı zamanda kendi çocuklarımıza anne ve baba olabilmenin şükrünü de bir parça yerine getirmektir. Önemli bir konu da Kur’ân’da yer alan yetim kızlarla evlilik meselesidir ki Allah, “Eğer yetim kızlarla evlendiğinizde onların hukukunu yerine getirememekten korkarsanız, onlarla değil, başka kadınlarla evlenin” buyuruyor. (Nisa Suresi,3)
Muhacir, hicretle gücünü kaybeden değil, yeni güçler kazanandır. Sahabe bir an geliyor, namazını ayakta kılamayacak kadar güçsüz düşüyor. Hz. Peygamber “Güçlü mümin, güçsüz müminden iyidir” buyuruyor. Güçsüz kalmamak lazım, Allah güçlü kulu sevmektedir. Muhacir hangi konuda zayıflık hissediyorsa, oraya takviye yapmalıdır. Vatanını mı özledi, “Yeryüzü mescit kılındı” diyen Peygamber’in sözünü hatırlayıp, kulluğa sınır olmayışla teselli olmalı. Burada, Peygamberimiz’in şu sözünü hatırlamak yerinde olacaktır: “Mekke’nin fethinden sonra hicret yok, cihat vardır!” Bu, her Müslüman için her yerde böyledir. Kişinin, bulunduğu coğrafyada kabiliyetlerini göstermeye çalışması cihattır, gayrettir. Ailesi için, kendisi için, çevresi için çalışması cehddir. “Herkes için niyet ettiği vardır.” Hicret, niyetledir. Muhacirin düşüncesi, “Burada işim bitince gideyim, kurtulayım” olmamalıdır. Vahiy, nasıl bir endişe ile gelmişti? Hz. Peygamber, Hira’ya çıktığında, insanların dertlerine derman olamadığını düşünüyordu. Kız çocukları öldürülüyor, kuvvetli zayıfın hakkını yiyor, adalet ayaklar altında eziliyor, faiz engellenemiyordu. Peygamberimiz’in sosyal olayları düzeltememe endişesi vardı. Kişinin içinde bulunduğu vatan için çalışması, niyet ve gayret bu olmalıdır. İşte o zaman geriye dönüş “Fetih” olur.
Ensara gelecek olursak, İslam tarihine baktığımızda ensarın ilki, Habeş Kralı Necaşî’dir. Annemiz Ümmü Seleme (r.anha) anlatıyor: “Rasûlullah (sav), Mekke’de işkence gören ashabına şöyle demişti : “Habeşistan’da, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral vardır. Allah sizin için bu durumdan bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterinceye kadar orada kalın.”
Mülteci, iltica edendir ve tarihimizde, ilk iltica edilen kişidir Necaşi. Ve Necaşi’de, sığınılacak kişide olması gereken bir takım özellikler vardır: Adaletlidir, kendisine sığınanları asla teslim etmez, zulüm etmez ve yanında kimse zulme uğramaz. Güven ve huzur verir ki muhacirler Habeşistan’da tam on üç sene dinlerini emniyet içinde yaşama imkânı bulmuşlardır. Müslümanlar, bu esnada Habeşistan’ı bu esnada yurt edinmişlerdir.
Yıllar önce bir tarihçi yazmıştı: Bir grupla Şam’a gitmişler ve orada bir trafik kuralını ihlal etmişler ki belli bir cezası var. Sadece yabancılara uygulanmayan bir ceza. Polise kimliğini gösterip yabancıyım dediğinde, “Hayır, sen kardeşsin, yabancı değilsin!” cevabını alıyor. Kardeşlik, sınır tanımaz. Peygamberimiz Medine’de Müslümanları birbirine bağlamak için, ensar ve muhaciri kardeş yaptı. Ev sahibi ensar bu kardeşliği o kadar benimsedi ki malına, mülküne ortak etmek istedi. Ensarın yardımlaşma prensibi, insanların zaruri ihtiyaçlarını giderebilmekti. Ensar sahabi muhacir kardeşine, “İşte evim, işte yemeğim, aşım” diyebiliyordu. Muhacir tabi ki iffetli davranıyor ve kardeşinin elindeki nimetleri kabul etmiyor; “Bana çarşının yolunu göster, çalışayım” cevabını veriyordu…
Son olarak, Peygamberimiz’in muhacir olduğunu hatırlarsak, muhacir ensara aynı zamanda Peygamber emanetidir. Hal böyleyken, başının çaresine baksın, gitsin deyip kardeşini ateşe atabilir mi? Kendi haline terk edebilir mi? Nasıl terk etsin ki Rasûlullah (sav) çoğu muhacir olan ihtiyaç sahibi Suffe Ashabı’nı gözünün önünden ayırmamışken… Ensar ve muhacir olarak bir arada yaşama güzelliklerini birbirimizde görelim, affedelim, müsamaha gösterelim, vefa duyalım, sevelim, sevilelim; çünkü Peygamberimiz, müminin her halini hayır olarak haber verir:
“Müminin durumu ne hoş! Onun bütün işleri hayırlı ve kazançlıdır. Bu duruma müminden başka hiç kimsede rastlanmaz. Mümin bir nimete nail olduğunda şükrederse, bu onun için hayır olur. Darlık ve sıkıntıya düştüğünde sabrederse, bu da onun için hayır olur.” (Müslim Zuhd, 64)