Tanım olarak Kur'ân-ı Kerîm, "Hz. Muhammed (sav)'e vahiy yoluyla indirilen, mushaflarda yazılı, tevatürle [içinde yalan ihtimali bulunmayan kuvvetli rivayet] nakledilmiş, okunması ibadet sayılan muciz kelam"dır.
Her tanımın taşıması gereken en önemli özellik tanımladığı şeyi ne eksiği ne de fazlası olmadan ifade etmiş olmasıdır. Dolayısıyla Kur'ân'ın bu tanımı da taşıdığı bu özellik nedeniyle her bir ifadesinin ayrı ayrı incelenmesini hak etmektedir.
Kur'ân Hz. Muhammed (sav)'e indirilmiş bir kitaptır. Yani Kur'ân hiçbir şekilde Hz. Muhammed (sav)'in kendi zihninin ürünü değildir.
Vahiy yoluyla indirilmiştir. Vahiy, Allah Teala ile peygamberleri arasında özel bir iletişim yoludur ki, onu yaşamayanın (yani peygamberler dışındaki insanların) onu tam olarak anlaması mümkün değildir. Ancak peygamberin vahiy hakkında söyledikleri ile vahyin inişine şahit olanların o esnada peygamberin hali hakkındaki rivayetleri bize kadar ulaşmıştır.
Kur'ân mushaflarda yazılmış bir metindir. Yani o sözlü bir metin olarak nazil olmuş [indirilmiş], ama vahyin hemen akabinde birazdan anlatılacağı şekilde yazılı olarak da zabt edilmiştir.
Kur'ân nazil olduğu dönemden bugüne kadar nesiller boyu aktarımında hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde tevatürle nakledilmiştir. Tevatür yalan bir rivayeti aktarmak üzere anlaşmaları aklen mümkün olamayacak kadar çok sayıda insanın her nesilde bir haberi diğer kuşağa aktarmasıdır ki Kur'ân bu yolla dünyanın her yerinde tek bir nüsha olarak varlığını devam ettirmekte ve metni hakkında hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in okunması ibadet sayılmıştır. Onun sadece içerdiği manalar değil, o manaları ifade etmek için seçilmiş kelimeler de bizzat ilahi kaynaklıdır. Yani Kur'ân lafız olarak da Allah'ın kelamıdır. Dolayısıyla Allah'ın en son mesajını insanlara iletmek için, insanların konuştuğu ve anladığı dillerden biriyle açık ve anlaşılır, muciz bir kelamla hitap etmiş olması o hitabın sadece okunmasını bile Allah'a kulluk göstergesi olan ibadetler sınıfına sokar.
Kur'ân, indiği günlerdeki muhataplarından başlamak üzere kıyamete kadar gelecek tüm insanlara, kendisinin ilahi kelam oluşunu kabul etmemeleri durumunda bir benzerini ortaya koymaları için meydan okumuştur. Edebi zevk ve başarının zirvesine ulaşmış ilk muhataplar dâhil olmak üzere bugüne kadar, hem lafız hem de mana olarak Kur'ân'a denk bir tek cümle söylemek kimseye nasip olmamıştır. Kur'ân sadece mana ve içerik olarak değil, lafız olarak da mucizdir. Onun lafzının muciz oluşu ancak gönderildiği dilin edebiyatına vakıf olmakla anlaşılabilecek bir husus olduğundan Kur'ân'ın dili olan Arapça bütün dünya Müslümanlarının öğrenmeyi hedefledikleri ortak dilleridir.
Kur'ân'ın Arapça Oluşu
Kur'ân'ın aslı Arapçadır. Bize kadar korunagelmiş olan metin Arapça orijinal metindir. Yani onu, daha sonraki bir tercüme metinden hareketle tekrar Arapçaya tercüme etmek mecburiyetinde kalınmamıştır. Arapçayı bilmeyenlerin yararlanması için dünyanın bütün önemli dillerinde tercümeleri vardır. Fakat bilinmeli ki, her tercüme biraz da tahriftir. Çünkü mananın en azından bir kısmından vazgeçmeden, beşer ürünü bir metni bile diğer dile tam olarak aktarma imkânı yoktur. Kur'ân gibi hayatın her yönünü ilgilendiren kuralların kaynağı olan bir metin ise mana kayıplarını kabul edemez. "Edebî değer taşıyan bir metin aynı zamanda ilmi ve hukukî hükümler içeriyorsa onun tercümesi tam bir tahrif olur" diyen 20.yüzyılın önemli müfessirlerinden Elmalılı Hamdi Yazır isabetli bir tespitle Kur'ân'ı aslından anlamak ile mealinden anlamaya çalışmak arasındaki farkı bir gülün resmine bakmakla gülü elimize alıp okşayıp koklamak arasındaki farka benzetmiştir.
Her Kur'ân tercümesi mütercimin anlamaya çalıştığı manalarla sınırlı kalır; Kur'ân'daki manaların tamamını ifade etmez. Sonuç olarak Kur'ân Mealleri Arap olmayanlara Kur'ân'ın içerdiği konular hakkında genel bir malumat edinmek için yararlı olsa da asla meallerden yola çıkarak dini hükümler üretme ve İslami konular hakkında fikir yürütme imkânı vermez.
Diller zaman içinde gelişme gösterir ve eski metinler zamanla aynı dili konuşmaya devam edenlerce bile anlaşılmaz hale gelir. Bu durum dünyanın eski ve yeni bütün dilleri için geçerlidir. Bu genel kuralın dışında kalan tek dil Arapçadır. Bu dil, en azından 1500 yıldan beri sözlük, dilbilgisi, yazılış ve hatta telaffuz bakımından bir değişikliğe uğramamıştır. Kıyamete kadar sürecek bir ilahi mesaj için yüce Allah'ın iletişim aracı olarak istikrarlı bir dili seçmiş olması mucizevî bir durum değil midir?
Kur'ân-ı Kerîm pek çok ayette kendisini "apaçık bir kitap" olarak vasıflandırır. Dolayısıyla Kur'ân gizli, sembolik ve batıni anlamlar içeren, anlaşılmaz bir kitap değildir. Onun muhatabı bütün insanlık âlemidir. Fakat bu açıklık ve sadelik içinde öyle yüksek manalar toplanmıştır ki aynı ayet her seviyeden insana ayrı ayrı şeyler söyler. Ayetlerin inmesine sebep olan olayları bilmeden, lafızların yapısındaki özelliklere aşina olmadan ve ilk neslin onu nasıl anlayıp uyguladığını kavramadan onun içerdiği manaları tam olarak anlayıp doğru sonuca ulaşmak mümkün değildir. Bu nedenle Kur'ân'ın doğru anlaşılıp yorumlanması ilmi demek olan tefsir ilminin muazzam birikimi bu alanda bize öncülük etmelidir. Sadece Arapça bilmenin Kur'ân'ı doğru bir şekilde anlamaya yetmeyeceği ilk tefsir çalışmalarının Arapça olarak, Arapça bilenler için yapılmış olması ile açıkça ortaya çıkar.
(Gelecek hafta "Kur'ân'ın Yazıya Geçirilmesi ve Ezberlenmesi", "Kurân'ın Mushaf Haline Gelişi ve Çoğaltılması", "Kur'ân-ı Kerîm'in Özellikleri" başlıklarıyla yazının devamını sitenizde bulabilirsiniz.)