İbadetle Denenmek

23 Temmuz 2012

Varlığı bütün gizli saklı yönleriyle kurcalama insan zekâsının en kadim meraklarının başında gelir. Âlemin hangi aşamalardan geçerek bugüne nasıl ulaştığı, müspet bilimlerin konusu olmuş ve insanlığın birbirinden tevarüs eden bilgi birikimi, Kur'ân'da da insan aklının ve merakının sürekli olarak yönlendirildiği bu alanda hep ileriye doğru gelişmiştir. Varlığın nasıl olup da bu haliyle var olduğunu anlamakta kendi çapımızda bir bilgiye ulaşmak büyük çabalar sonunda mümkün olsa da niçin var olduğunu anlamakta insan aklı - ilahi bilgiyi dışarda bıraktığı sürece- bir tek anlamlı adım bile atamamıştır.

Günlük hayatın koşturmacaları arasında hepimizin büyük küçük pek çok amaçları, hayalleri var. Bu hayallerin, nihai amaç dediğimiz en üst amaca bağlanamadığı durumlarda, onlara her ulaşmamızda nasıl değerini kaybettiklerini kendi deneyimlerimizden biliriz. Bizi her iki dünyada hiç bir yere ulaştırmayacak bu sonsuz koşturmacanın baş döndürücülüğüne kapılıp sonuçta boş ellerle kalmak istemiyorsak büyükten küçüğe bütün ideal, gaye, hedef ve çabalarımızı "e sonra" sorusuyla ulaşabileceğimiz bir nihai gayeye bağlamak durumundayız. Sınavları kazanmak, mezun olmak, kariyer yapmak, evlenmek, iyi para kazanmak, istediğimiz her şeye sahip olabilmek gibi maddi ve dünyevi hedeflerimiz yanında okumak, kültürlü olmak, sanatsal duyarlılık sahibi olmak, farkındalık gibi zihinsel ve entelektüel hedefler hatta içgörü sahibi olmak, kendini keşfetmek ve gerçekleştirmek, vicdanının sesini dinlemek gibi spritüal hedefler bile bir tek "e sonra" sorusuyla bütün anlamını kaybedebilir. Eğer bunların hepsinden daha yüksek bir nihai hedefe bağlanmamışlarsa...


“Biz mutlaka sizi biraz korku ile biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara/155)

Maddi hedeflerimizin maddi şartlarımıza uygunluğu (midemizin kapasitesi ile yeme arzumuzun uyumu gibi) ne kadar gerekliyse manevi hedeflerimizin de  bedenimizden başlayarak tüm evrenin gerçeklerine uyum içinde olması o kadar büyük ihtiyaçtır.  Gelin görün ki ne ruhumuz ne de varoluşun gidişatı hakkında Allah'ın bildirmesi dışında bir bilgiye sahibiz. İşte bu nedenle şu varlık âleminde bir göz açıp kapamadan ibaret sayılabilecek kişisel hayatımızı farazi tahminlere dayanan hedeflerle tüketme lüksüne sahip değiliz. Âlemi yaratan, onun nasıl işlediğini bulup ondan yararlanmayı insanın aklına bırakırken, onun niçin yaratıldığını ve sonunun ne olacağını kendisi bizzat bildirmiş ve bütün hayatımızı bu bilgiye göre inşa etmemizi tavsiye etmiştir. (Aslında emretmiştir ama bu emre uymak insanın iradesine bırakıldığı için mecbur etmeme anlamında "tavsiye etmiştir" diyorum.)

Mülk suresinin ilk ayetlerinde bu gerçeği çok açık ve kesin ifadelerle görebiliriz:

“Hâkimiyet elinde bulunan o yüce Allah mukaddestir, hayrı ve bereketi sınırsızdır ve O her şeye kadirdir. Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O azizdir, gafurdur (üstün kudret sahibidir, affı ve mağfireti boldur). Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak! Gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner. Biz yere en yakın göğü lambalarla donattık. Onları şeytanlara atılan mermiler yaptık. Hem onlara alevli ateş hazırladık. Rab’lerini inkâr edenlere de cehennem azabı var. Gidilecek ne kötü yerdir orası! Onlar oraya atılınca, cehennemin müthiş homurtusunu, kaynaya kaynaya çıkardığı uğultuyu işitirler. Cehennem, Öfkesinden neredeyse çatlayacak haldedir. Ne zaman oraya yeni bir kafile atılsa, oranın bekçileri: “Sizi uyaran bir peygamber dâveti size ulaşmadı mı?” diye sorarlar.  Onlar şöyle cevap verirler: “Evet, bizi uyaran oldu, ama biz onu yalancı saydık ve Rahman hiçbir vahiy indirmedi, siz besbelli bir sapıklık içindesiniz” dedik. Ve ilave edecekler: “Şayet biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık!” Böylece günahlarını itiraf ederler. Bizden ırak olsun o cehennemlikler! Fakat Rab’lerini görmedikleri halde, O’na karşı saygılı davrananlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (Mülk/1–12)

Bu surenin ikinci ayetinde hayatın ve ölümün yaratılma amacının, insanın denenmesi olduğu bildiriliyor. Allah Teâlâ’nın insanı denemesi insanların birbirlerine yaptıkları gibi kendisine meçhul olan hallerini ortaya çıkarmak amacıyla olamaz haşa. Rabbimizin insanı denemesi, insanın kendinde gizli olan iyilik-kötülük, kemal ve noksanlık gibi potansiyellerinin açığa çıkması, yani Allah'ın insanı bilmesi için değil, insanın kendini tanıması içindir. Adeta ezelde ruhları yaratan Allah, onların her birinin liyakatine göre nereye varacağını bilip ona göre hükmünü verecekken bunu insanın kendisinin de bilmesini ve hükümde adaletsizlik vehmetmemesi için bir anlığına bu âlemi var etmiş ve bu âlemin içinde çeşit çeşit imtihanlarla insana kendini göstermiştir. Bir rüya gibi olan bu dünyadaki anlık var oluşumuz kıyamette gerçek var oluşa inkılap ettiğinde yaşadıklarımızın çoğunu hatırlamak işimize gelmese de tutulan kayıtlar bir bir göz önüne getirilecek de azgın nefsimiz diyecek söz bulamayacak.

Kulluğumuz eksildikçe yeni sınav konuları çıkarıyor Rabbimiz adeta karşımıza. Çünkü O, bizim bu sınavı geçmemizi istiyor. Bilemediğimiz, tökezlediğimiz her soruda son nefese kadar bu imtihan kesintisiz artarak devam edecek. 

İşte adeta bir an denilebilecek bu dünya hayatında yaşayacağımız sınanmalardan biri de ibadetlerdir. İbadetler nefsin sınır kabul etmeyen ve hep aşağıya bakan yapısı ile ruhun yükselme arzusu arasında sıkışan benliğimizin denendiği bir alandır. Çünkü ibadetlerde aslolan teslimiyettir. "Neden öyle değil de böyle" diye sorup duran aklımızın, sınırlarını kabul etmesi ve varlığın görebildiğimiz yönü ile göremediğimiz büyük resme, hatta varlık ötesine uyumumuz demek olan ibadetler alanında Allah'tan gelen tercihe teslim olma konusunda denenmesidir.

İbadetler içinde oruç bu teslimiyetin en deruni olanıdır. Çünkü oruç açlık ve susuzluk değildir. Bunların bir niyete binaen yapılmasıdır ki bu niyetin var olup olmadığını sadece kulun kendisi ve Rabbi bilir. Diğer bütün ibadetlerde insanların şahitliği az veya çok söz konusuyken oruçta işte bu nedenle teslimiyet, rıza, boyun eğme yani taabbüd (kulun kulluğunu davranışlarıyla da kabul ve itiraf etmesi) had safhadadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de kulların bu dünyada nelerle imtihan edileceğinden en açık şekilde bahseden Rabbimiz “Biz mutlaka sizi biraz korku ile biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!” (Bakara/155) buyurur. Burada sözü edilen imtihanlar daha çok hayatın olayları içinde yaşanacak sınavlardır. Ama tefsirler der ki: "Umumi olarak bahsedilen bu sınamalar özelde dinin bazı hüküm ve emirlerine de işaretler taşımaktadır. Buradaki korku Allah korkusuna, açlık Ramazan orucuna, mal eksikliği zekâta, can eksikliği ise cihad ve şehadete işaret eder. İbadet ve kulluk görevlerimizi yerine getirmekle bu imtihan konularının her birinden azar azar denenmiş oluruz ve bu belaların külli ve umumi bir surette bizi istila etmesinin önüne geçebiliriz. İşte ibadetlerin, bize kalsaydı akıl sır ermeyecek hikmetlerinden bir tanesi daha.

Başa gelen sıkıntı ve dertlerde tevbe istiğfarı artırmanın tavsiye edilmesindeki hikmetlerden biri de bu olsa gerek. Kulluğumuz eksildikçe yeni sınav konuları çıkarıyor Rabbimiz adeta karşımıza. Çünkü O bizim bu sınavı geçmemizi istiyor. Bilemediğimiz, tökezlediğimiz her soruda, son nefese kadar bu imtihan kesintisiz artarak devam edecek. İyisi mi biz ibadet ve taatı, hizmet ve iyiliği artıralım da imtihanımız kolay olsun.

Şimdi anladık mı neden ibadetler zahmet değil rahmetmiş?