İnsanlar Allah’ın kendisini anlattığı ilahi kitaplardan uzaklaştıkça Allah’tan uzaklaşmış olmamışlar; aksine doğru bir Allah tasavvurundan uzaklaşmışlardır. Bu nokta çok önemlidir, çünkü insanlar Allah’a inanmadıklarında hiçbir şeye inanmaz hale gelmemişler, tersine her şeye inanır hale gelmişlerdir. Bu durum insan için bir üstün kudrete inanma ihtiyacının kaçınılmaz olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan inanmadan var olamamakta, bu yüzden de Allah hakkında doğru inançtan mahrum kaldığında kendisi mabutlar üretmektedir. Hatta zaman zaman peygamberler Allah ile kurdukları iletişim sebebiyle inananları tarafından ilahi varlığın yeryüzünde bedenleşmesi olarak algılanmışlar ve insanlar kendi zihinlerinde yaratanla yaratılan arasındaki sınırı koruyamamışlardır.
Allah’ın Varlığının Bilinmesi
İslam inancına göre Allah, bütün insanları, kendisinin aşkın ve yüce olan varlığını ve birliğini tanıma yeteneğine sahip biçimde yaratmıştır. Bu, tüm insanlarda ortak olan doğal bir kabiliyettir. Bundan dolayı olmalı ki konuyla ilgili ayetler genellikle Allah’ın varlığının nasıl olup da tanınmadığını sorar yahut hayret bildiren uyarı ve kınama niteliğinde ifadeler taşır. (Müminûn, 84-89; Neml, 59-64; Ankebut, 61-63; Zümer, 61)
İslam’a göre Allah’ın varlığı konusunda ortaya çıkan şüpheci veya inkârcı yaklaşımlar, insanın doğuştan itibaren aldığı eğitim sonucu oluşan karakter özelliklerinden veya tarihi ve kültürel gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Yani bu tür sapmaların sebebi unutkanlık, şartlanmışlık, zihni tembellik, kibir, hırs, çıkar gibi kişisel özelliklerdir.
Bu durumda aklımıza bir soru gelir: “Eğer Allah’ı inkâr kişilik özelliklerimizden kaynaklanıyorsa inkâr etmekte mazur değil miyiz? Kutsal kitaplarda neden inkârdan dolayı kınanıyoruz?” İşte insanoğlunun kişisel gelişimi açısından ilahi dinlerin en büyük katkısı tam da bu noktadadır. Çünkü Allah bize kişiliğimizin sabit ve değişmez olmadığını; hakka ve hakikate göre tavır almamızın her zaman mümkün olduğunu ve bizi engelleyen kişilik özelliklerimizle mücadele etmemiz gerektiğini bildirir. Bunun en güzel örnekleri peygamberlerin ilk tebliğleri sırasında toplumlarıyla yaptıkları mücadelelerde görülebilir.
Özellikle günümüzde haz merkezli/hedonist yaşam biçimi insanları Allah’tan ve O’nun bildirdiği ilkelerden uzaklaştırmakta en önemli etkenlerden biridir. Yüce bir Tanrı'nın mevcudiyetinin kabul edilişi O’na karşı sorumluluklarımızın da kabulü anlamına geldiğinden zayıf iradeli kişiler bu kabulden rahatsız olurlar. Bu açıdan bakıldığında “inanmak” akıldan çok iradenin fonksiyonu olarak gözükür.
Kuran-ı Kerim’de inkâr yoluna sapan tiplerin, “öz varlıkları kabullendiği halde zulüm ve kibir yüzünden” inkâr yolunu seçtikleri ifade edilir. (Neml, 14) Özellikle “kibir”, Kuran’da anlatılan peygamber kıssalarında tarih boyunca tüm inkârcıların ortak özelliği olarak dikkatimizi çekmektedir. Şu halde Allah’ın varlığına inanılması, dolayısıyla iman ve din hayatının başlaması zihnî bir kabule ek olarak gönlün de harekete geçmesini gerektirmekte ve iradenin (dolayısıyla da kişiliğin) eğitilmesiyle mümkün olmaktadır.
İslam bilginleri Allah’ın varlığını ispatlamak için gerek dış dünyada gerekse içimizde olup biten olaylardan hareketle bazı deliller geliştirmeye çalışmışlardır. Bunların başında, insanın yaratılıştan Allah inancına sahip oluşu gelir ki buna “fıtrat delili” denir. İkincisi âlemin ve âlemdeki varlıkların sonradan yaratılmış olup bir yaratıcıya muhtaç olduğu düşüncesine dayanan delildir. Üçüncüsü varlığı ve yokluğu eşit şekilde mümkün olan bir varlık olan âlemin var olması için bir sebebe ihtiyaç bulunduğu düşüncesinden hareket eden delildir. Dördüncüsü tabiatın büyük bir ahenge ve şaşmaz bir düzene sahip olup bunun bir yaratıcın eseri olması gerektiği düşüncesinden hareket eden delildir.
İçinde yaşadığı tabiatın olağanüstü bir ahenk ve düzen taşıdığını fark eden insan, aşkın yaratıcının bu eserleri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavi kitaplar tabiatın kutsallaştırılma tehlikesinin belirdiği bu noktada kişiyi uyarmakta, kendisi de dâhil olmak üzere zat-ı ilahiye dışındaki her şeyin yok olacağını, Allah’tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığınağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir. (Kasas, 88)
İnsan zihni Allah’ın varlığını bilebilecek kapasitede olmakla beraber Allah’ın varlığı duyularla idrak edilemediği için iki kere ikinin dört etmesi gibi ispat edilemez. Zaten öyle olsaydı tercihe dayalı bir değer taşımaz, ceza veya mükâfatı gerektirmezdi. Ayrıca insanın seçme hürriyetinin bir değeri de olmazdı.
İnsan zihni en yüce varlık olan Allah'ın varlığını bütün yönleriyle kuşatıp, tamamen de tanıyamaz. Çünkü aşağı olan kendinden üstün olanı bütün yönleriyle bilemez. Yüksek derecede bir var oluş gözün varlıkları algılamasına engeldir. Göz önce zayıf ışıkları, alıştıkça daha kuvvetlisini görebilir. Bunun gibi dünya hayatında yüce yaratıcının varlığını gösteren işaret taşlarını görebilen gözler, âhirette O'nu doğrudan idrak edebilecektir. O nedenle de bu dünyada Allah'ın varlığına iman insan için bir imtihan konusudur. İçimizde ve dışımızda pek çok işaret bizi O'nun varlığını kabul etmeye adeta mecbur ederken aklımızın O'nun bütün var oluşunu tam olarak kavrayamaması ve buna ek olarak nefsimizin de kendi üstünde bir otorite tarafından belirlenmiş sınırlara uymaktan hoşlanmaması Allah'a iman ve teslimiyeti bizim için tam bir sınanmaya dönüştürür.
İnsan zihninin ürünü olan bilim, evrenin nasıl var olduğunu açıklamaya çalışır. Evrenin niçin var olduğu konusu bilimin ilgi alanına girmez. Evrenin nasıl var olduğu konusunda bilimin vardığı neticeler Allah’ın varlığını ispat edemese de onun varlığını gösterme konusunda söyleyecek çok sözü vardır: “Aklını kullananlar için göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeyleri taşıyarak nehir ve denizlerde dolaşan gemilerde, Allah'ın gökten indirip onunla ölümünden sonra yeri dirilttiği suda, (bu vesileyle) her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârlarda ve yerle gök arasında emrine amade bulutlarda sayısız işaretler vardır.” (Bakara, 164)
Bu ve benzeri ayetlerde insanlar evrenin yaratılışını ve halen devam eden düzenini incelemeye davet edilirler. Ayrıca bu ayetler bilimle meşgul olanların nasıl olup da yaratıcıyı görmezden gelebildiklerini hayretle dile getirmekte ve onların inkârının daha büyük bir sorumluluk içerdiğini dolaylı olarak ifade etmektedir. Bununla birlikte Allah’ın varlığı konusunda evrensel işaretler insanı inanmaya mecbur etmez; sadece inanma kapasitesini harekete geçirip zihnini tatmin eder ve kalbinin yatışmasını sağlar. İşte tam bu noktada bilimsel verilerin nasıl bir değerlendirmeye tabi tutulacağı gündeme gelir. Diğer bir deyişle, doğru “bilim felsefesi”nin hangisi olduğu, iman konusunda varacağımız neticeyi en çok etkileyen husustur. Sonuç olarak iman sadece akıl ve onun ürünü olan bilime ait bir konu değildir. İman insan varlığının bütününe ait bir husustur. Ruh, vicdan, sezgi, kişisel deneyim, hissediş; hepsi bir arada insan bütününü oluşturur ve insan da bu bütünlüğüyle konuyu değerlendirir. Kuran’ın deyimiyle “bakar, ölçer, tartar, düşünür” ve karar verir. İnanır ya da reddeder.
Tevhid
Allah'ı biricik Tanrı, Rab ve otorite olarak tanımak, Allah'a ait sıfatlarda her çeşit ortağı reddetmek ve birliğini kararlı şekilde doğrulamakla gerçekleşen tevhid inancı İslam dininin en önemli özelliğidir. İslam, bu özelliğiyle hem İslam öncesi (cahiliye) puta tapıcılığından, hem Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin sonradan bozulmaya uğramış şekillerinden ayrılır.
Tevhid, Allah’ın varlığına, birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına inanmaktır. Bu onayın gereği olarak tevhid, bütün bir kültür, medeniyet ve tarihi bütüncül bir bakışla değerlendirmek demektir. Yani temelde bütün peygamberlere aynı iman ilkelerinin gönderildiğine inanmak ve tanıklık etmektir. Bu, hakikatin “bir” ve “evrensel” olmasının somut göstergesidir.
Kuran-ı Kerim, Allah’tan bahseden ayetlerde, O’nun varlığından çok birliği üzerinde durmuştur. Çünkü insanların çoğu O’nun varlığını inkâr etmekten ziyade O’na eşler koşarak iman etmektedirler. (Yusuf, 106) Öyle görünüyor ki tanrının birliği sonucuna ulaşmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak O’nun varlığını benimsemekten zordur. Allah’a eş koşma sadece ilkel dönemlerde yaşanan bir hata olmayıp, her devirde insanoğlunun kültür düzeyine göre değişik şekillerde gerçekleşmektedir.
Görünümü nasıl olursa olsun yalnızca Allah’a ait olan bir niteliği O’nun dışında her hangi bir varlıkta görmek demek olan şirk (Allah’a eş koşma), insanın sakınması gereken en büyük inanç hatalarının başında gelir. Kâinatı yaratıp geliştiren, koruyup yöneten, engin ve sınırsız rahmetle nitelenen Allah’tan başkasına kulluk anlamında eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek, birçok yaratıktan üstün ve şerefli kılınan insanoğluna büyük bir haksızlıktır.
İslam Allah’ın mutlak birliğine inanır. İlkelliğin ve putçuluğun kalıntıları olarak gördüğü resimleri ve sembolleri kabul etmeyen bir ibadet ve dua şekli emreder. İnsanla yaratanı arasındaki ilişkiler aracılara gerek olmaksızın doğrudandır ve kişiseldir. Peygamberler gibi, en kutsal kişiler bile sadece yol göstericidirler, elçidirler.
Allah’ın İsim ve Sıfatları
İlkel inanışlar da dâhil olmak üzere tüm inanç sistemlerinde bir “yüce varlık” ya da başka bir deyişle “Allah” inancı söz konusudur. Fakat bizim zihnen inandığımız Tanrının nitelikleri Allah’ın kendisini nitelediği isim ve sıfatlara uygun düşmediğinde bu, kabul edilebilir bir Allah inancı olmaz.
Allah’ın isim ve sıfatları Akaid (tevhid) ilminin temel konularından birisidir. Çünkü iman esaslarının ilki olan Allah’a iman, sadece onun varlığına inanmakla gerçekleşmiş olmaz. Allah, bizleri O’nun hakkında sapkın inançlara düşmekten korumak için ilk insan ve ilk peygamberden bu yana gönderdiği bütün ilahi mesajlarda kendisini kullarına detaylı bir şekilde anlatmıştır. İşte bu nedenle zihnimizdeki Allah inancının, O’nun kendisini nitelediği isim ve sıfatlarına uygunluk bakımından gözden geçirilmesi gerekir. Bu da Kuran ve hadislerde geniş olarak yer alan Esma-i Hüsna’yı üzerinde düşünerek içselleştirmekle mümkün olur.
Kuran-ı Kerim’de Allah’tan bahsedilen ayetlerin çoğu O’nun sıfatlarını konu edinmektedir. Ayetlerde ve hadislerde belirtilen Allah’ın isimleri, aynı zamanda O’nun sıfatlarına da delalet etmektedir. En güzel isimler Allah’ındır ve O’na o güzel isimlerle dua etmeliyiz. (Araf, 180; İsra, 110; Ankebut, 8; Haşr, 24) “Esma-i Hüsna” (en güzel isimler) diye isimlendirilen bu kelimeler, Allah’ın sıfatlarına kaynaklık eder. Bu isimleri mana ve içerikleriyle öğrenen ve benimseyen bir Müslümanın Allah inancı konusunda yanlışa düşmesi imkânsızdır.
Allah’ın sıfatlarının bir kısmı onun zatına özgü olan, yaratıklarından herhangi birisine verilmesi caiz ve mümkün olmayan sıfatlardır ki bunlar; varlığının zorunlu olması, varlığının başlangıcının ve sonunun olmaması, sonradan var olan şeylere hiçbir yönden benzememesi, varlığı kendiliğinden olup var olmak için başkasına muhtaç olmaması, zatı, sıfatları ve eylemleri açısından biricik olup eşi ve benzerinin bulunmamasıdır.
Yaratıklar hakkında da kullanılabilen diri ve canlı olma, bilme, işitme, görme, irade, kudret, kelam, yaratma sıfatları da Allah için zorunlu olan sıfatlardır. Bunlar, Allah hakkında kullanıldığında sonsuzluk, mutlaklık, mükemmellik ve yetkinlik ifade ederken insanlar için sonlu, kayıtlı, sınırlı, eksik ve yetersiz anlamında kullanılır.
Yaratıcı ve Düzenleyici Olarak Allah
Hiçbir şey kendisine gizli kalmayacak ölçüde bir ilim, sonsuz güç ve kudret, sınırlanamaz bir irade sahibi olan Allah’ı diğer varlıklardan ayırt edecek en büyük özellik, onun yaratıcı olmasıdır. Allah ile diğer varlıklar arasında temel farklılık yaratıcı ve yaratılmış olma durumudur. O hür iradesiyle evreni ve içindekileri yaratmış, yokluktan varlığa çıkarmıştır. Kendisini tanıması, övgü ve minnetle bağlanması ve kullukta bulunması için de bağımlı ve sorumlu varlık olan insanı yaratmıştır.
İslam inancına göre yaratma kudretine sahip tek varlık yüce Allah’tır. (Araf, 54) O, her şeyin yaratıcısıdır. ( En’am, 101; Zümer, 62; Mü’min, 62). Allah dışında tanrı edinilen varlıkların hiçbir şey yaratmaya güç yetiremeyecekleri Kuran’da şöyle vurgulanmıştır: “Allah’ı bırakıp da taptıkları, hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.” (Nahl, 20)
Bir şeyin meydana gelmesi ve varlık sahasına çıkması için Allah’ın ona “Ol!” demesi yeterlidir. (Mü’min, 68) Ancak yüce Allah’ın dilediği şeyi dilediği şekilde ve bir anda yaratmaya mutlak kudreti bulunmakla birlikte O, her şeyin yaratılışında bir ölçüyü, bir nizamı gözetmiştir: “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer, 49)
Allah’ın yaratıcılık vasfının da diğer sıfatları gibi evrende etkinliği sürmektedir. Yani yaratma devam eden bir süreçtir. Kuran’da yüce Allah hakkında “sürekli ve mükemmel şekilde yaratan” anlamında kullanılan “Hallak” ismi geçer. Nitekim “O her an yaratma halindedir.” (Rahman, 29) “O daha nice bilmediğiniz şeyler yaratır.” (Nahl, 8) mealindeki ayetler de yaratmanın devamlılığı fikrini vurgulamaktadır.
Bir şeyi yokluk sahasından varlık sahasına çıkarmak, eşsiz bir kudretin varlığına işaret ettiği gibi yaratıcının yarattığı şeyi tüm incelikleriyle bilmesini de gerektirir. Her şey gibi insanın da yaratıcısı olan yüce Allah onu kendisinden daha iyi tanımakta hem zayıf hem de üstün yönlerini hakkıyla bilmektedir: “And olsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 16)
Gökler, yer ve bu ikisi arasında bulunanlar boş yere yaratılmamıştır. (Duhan, 38-39) Bunların yaratılışındaki gaye insanların sınanması, imtihana tabi tutulmasıdır. (Hud, 7) Bu dünya bir imtihan alanıdır; Allah’ın insana armağan ettiği nimetleri ve yetenekleri kimin nasıl kullandığı deneme ve açığa çıkarma yeridir. En güzel eylem ve davranışı kimlerin gerçekleştireceğinin ölçüleceği bir meydandır. (Mülk, 2)
Yüce Allah, iki eliyle “sonsuz kudretiyle” (Sad, 75) özel bir yaratışla varlık alanına çıkarmış olduğu insana, “ruhum” dediği varlık ilkesinden bir soluk üflemiş (Hicr, 29; Secde, 9; Sad, 72) ona “bütün isimleri” öğreterek bu isimlerin işaret ettiği varlık âlemini kavratmış (Bakara, 31) ve nihayet meleklerin insana secde etmesini istemiştir. (Bakara, 34; Araf, 11; Hicr, 29; İsra, 61; Kehf, 50; Taha, 116; Sad, 72). Göklere, yere ve dağlara teklif edip de onların yüklenmekten çekindiği emanetini yani işlenmesinde sevap, terki halinde ise ceza söz konusu olan ibadet ve davranışlarla, akıl ve düşünce kabiliyetini kabul eden insanı yeryüzünün hükümranı olacak şekilde donatmıştır. Bu tabii sürecin her aşamasında ilahi irade ve yaratıcı kudret, insanın gelişmesini belirlemiş ve düzenlemiştir. (Hacc, 5; Mü’min, 12-15; Fatır; 11; Zümer, 9; Mü’min, 67; İnsan, 1-3; Abese, 18-19)
Yüce Allah, insanı yeryüzünde halife olarak var etmiştir. (Bakara, 30) İnsan bu görevi yerine getirmek için yeterli kabiliyetlerle donatılmış biçimde yaratılmıştır. (Mü’minun, 78; Secde, 9; Mülk, 23; İnsan, 2-3). İşte Allah’ın emanetini yüklenen ve onun yeryüzündeki halifesi, temsilcisi kılınan insanın yaratılışının gayesi Allah’a kulluğunu yerine getirmesi ve imtihana tabi tutulmasıdır. Bunun için uygun ortam olan evrenin ve evrende yer alan canlı cansız tüm varlıkların yaratılışı, insanın yaratılışına bağlı kılınmıştır.
Takdir Edici Olarak Allah
Allah, sonsuz bir ilim, sınırsız bir kudret ve iradeye sahiptir. Her şeyin yaratıcısı olup dilediğini yapar. Her şeyin hükümranlığı onun elindedir. O, her şeyi bir ölçüye göre yaratmış, belli var oluş ve gelişim kanunlarına bağlı kılmıştır. Hayat gibi ölüm de onun güç ve yetkisi altındadır.
Yüce Allah, insanların hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler. Yine Allah, bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah’ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup Allah’ın ezelî manada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Aslında insanlar, Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar.
İslam tarihinde ortaya çıkan ve kulun fiillerinin kendi iradesi söz konusu olmaksızın doğrudan Allah tarafından yaratıldığını ileri süren cebriye ekolü ile insanlara ait iradi fiillerin oluşmasında ilahi müdahalenin bulunmadığı ve fiillerin tek başına kulun kudret ve iradesiyle oluştuğunu savunan kaderiye aşırı görüşler olarak görülüp reddedilmiştir.
Konunun karmaşıklığı insan davranışlarında etkisi olan faktörleri iradi ve takdiri olarak ayırt edebilmenin imkânsızlığından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı konuya ilahi kudret ile kulun sorumluluğunu birlikte dikkate alarak bakmak gerekir. Ahirette hesap vereceğimiz her davranışımız bizim sorumluluğumuz altındadır ve ilahi kudret bizim tercihlerimiz doğrultusunda hareket etmektedir.
Tercih seçenekleri Allah tarafından başlangıçta takdir edilenlerden ibaret olsa da onlardan birini hür irademizle seçen biziz. İnsana ihtiyâri fiilleri serbestçe yapma gücünü veren Allah’tır; fakat iyi veya kötü fiilleri seçen insanın kendisidir.
Rızık Verici Olarak Allah
Kendisinden yararlanılan veya canlının hayatta kalması ve gelişmesi için Allah’ın ona verdiği her şey rızıktır. Bu manada Kuran-ı Kerim’de ehlî hayvanlar, bitkisel ürünler, gerek insanların gerek diğer bütün canlıların gıdaları, yağmur, servet, mal ve mülk, yerden veya gökten gelen, hayatın devamına yardımcı olacak her şeyden rızık olarak bahsedildiği gibi cennetliklere verilecek nimetler, ahirette üstün dereceler, peygamberlik ve hidayet gibi hususlar da rızık olarak değerlendirilmektedir.
Oldukça geniş bir anlam alanına sahip olan rızık konusunda Kuran’ın ortaya koyduğu öncelikli ilke, rızık veren tek varlığın Allah olduğudur. İnsanlar arasında geçimlikleri paylaştıran Yüce Allah’tır. (Zuhruf, 32) Kişinin rızkını bollaştırmak da daraltmak da onun elindedir. (Ra’d, 26; İsra, 30; Ankebut, 62) İnsanların farklı ölçülerde rızıklandırılmalarında bir takım ibretler söz konusudur. (Zümer, 52)
İslam inancına göre rızık konusunda tüm tasarruf büyük ölçüde Allah’a ait olmakla birlikte, insanın kazanacağı rızkın ön şartı, onun aranması ve elde edilmesi yolunda gayret gösterilmesidir. Nitekim Kuran’da, ilke olarak insanın çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu bulunmadığı ifade edilmektedir. (Necm, 39)
Ancak kişi, sadece kendi gayretiyle kazanmamaktadır. Öyleyse kazanılan mal, sadece kişiye ait değildir. Tam manasıyla bir eşitliği değil ama sosyo-ekonomik dengeyi sağlama açısından her türlü kazançta fakir, yetim ve düşkünlerin hakkı vardır. (Mearic, 24-25)
Kuran’ın mal servet ve rızık konusundaki ana mesajı, “bunların insana birer emanet olarak verildiği ve nihai noktada her şeyin sahibinin Allah olduğu”dur. Bu temel ilke benimsendiğinde, insan dünyada kazandıklarından ötürü kibirlenmez ve maddi-manevi güçlerini Allah’ın istediği gibi kullanmaktan kaçınmaz. Çünkü her şey mülkün gerçek sahibi olan Allah’a aittir, bizim kullanma yetkimiz asaleten değil, vekâletendir.
Yargılayıcı Olarak Allah
İnsanın yaratılış gayesi Allah'a kulluk etmek ve imtihana tabi tutulmaktır. Denemenin kaçınılmaz sonucu ise kazanma veya kaybetme, dolayısıyla ödüllendirilme veya cezalandırılmadır.
Söz konusu imtihan insanın hür iradesiyle Allah’ın belirlediği çerçevede bir hayat sürüp sürmediğinin anlaşılmasıdır. Bu yöndeki sınanmaların esas gayesi de insanın gittikçe olgunlaşması, bilinç alanının genişlemesi, ahlak ve karakterinin düzelmesidir. Bu süreçte Allah kimseyi gücünün yetmediği şeylerden sorumlu tutmamıştır.
Allah’ın adalet ve hikmet sıfatlarına sahip bulunması, onun itaatkâr ile günahkârı, mümin ile kâfiri, iyi ile kötüyü eşit tutmamasını gerektirir. İnsanların ahirette eylem ve davranışlarının değerlendirilerek hesaba çekilmesi bir yönüyle de Allah’ın âdil ve hakîm olmasının sonucudur.
Hz. Peygamber, insanlara kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nasıl geçirdiği, malını nerede kazandığı, nereye harcadığı ve bildiklerini uygulayıp uygulamadığı şeklinde beş hususun sorulacağını belirtmiştir. (Tirmizi, Kıyamet, 1)
Kuran’ın önemle vurguladığı bir husus da dünyadaki denenmemizin kişiselliğidir. Yani yapılan işler, sergilenen davranışlar şahsidir, sadece onu yapan kişiyi bağlar ve her şekilde karşılığını sadece o görür: “Gerçekten hiç kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez (kimse bir başkasının günahını çekmez). Bilin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 38-51) Bu ayetten de anlaşılabileceği üzere, Allah’ın hesap sırasında veya hesabın karşılığının verilmesi esnasında zulmetmesi söz konusu değildir. Ceza ancak işlenen suçun karşılığı kadardır. (Araf,147) Buna karşılık yapılan güzel işlerin karşılığının fazla fazla verilmesi Allah’a aittir. Allah’ın adalet sıfatı yanında rahmet ve merhamet sıfatlarına da sahip olması insanların suçlarının onun tarafından affedilmesi sonucunu doğurur. Allah’ın iradesi kulların günahlarını bağışlama yönündedir. (Nisa, 26) Bunun dışında topluma karşı sorumluluklarımız, Allah’a karşı olan bireysel sorumluluklarımızdan daha keskin ve sonuçları itibariyle daha belirgindir.