“Ebû Amr Süfyân İbni Abdullah (ra) şöyle dedi: ‘Yâ Rasûlallah! Bana İslâm'ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim’ dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sav):
“Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu.” (Müslim, İmân 62)
İnsanların adalet anlayışı sahip olmaya, ele geçirmeye, teslim almaya meyyal. Öteden beri vahiyle aydınlananlar hariç gücün zaferine dayalı bir anlayış hâkim oldu insanlığa. Bu yüzden de değişken bir iyi doğru güzel anlayışı var. Kimi zaman en fazla kan dökebilen en doğru, kimi zaman statü sahibi olanlar en haklı.
İslam’ın özetlenmesi ve tek bir cümleye indirgenmesi istendiğinde yan yana gelecek en güzel kelimeleri seçmiş Peygamberimiz: “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol!” Bu, Hz. Ali’nin ‘ilim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı’ sözüne de açıklık getiriyor, İslam’ın temel hedefi bir cümleye sığmış iken, adaletin nefse ağır gelen yükünü taşıyamayan biz insanlar, bin dereden su getirip kendimizi temize çıkaracak delilleri toplamak için lafı dolandırmış olabiliriz.
Kur’an, Peygamberimize hitap edilen ayetlerin birçoğunda bu dünyadaki hallerimizi, ilişkilerimizi, toplumsal temaslarda esas alınması gereken ilkeleri açıkladı. Aslında yapılmak istenen dünyevi kazanımlara dayalı olarak açıklanan ve ilan edilen üstünlük iddialarına dair bütün bildiklerimiz üzerine yeniden düşünmemizi sağlamak, heva ve hevesle oluşmuş zalimane değer yargılarını mahkûm etmek ve gerçek yiğitliğin ve üstünlüğün nerede aranması gerektiğini bildirmekti. Peygamberimize biçilen rol de yiğit bir kul ve elçi olarak ayetlerde bildirilen, yanardöner olmayan, her zamanda ve mekânda geçerli olan sarsılmaz adalet anlayışını hayata geçirmesi, bunun mücadelesini vermesi idi.
Bu hadis, Allah’ın rızasına nail olacak bir kulun tanımını da içeriyor. Dünyevi kayıplara, kimin ne diyeceğine, insanlar nezdindeki rütbe tenzillerine, hatta itibarınızın yerle bir oluşuna aldırmadan ayetteki gibi dosdoğru olmak mümkün mü?
“Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır.” (Maide 8)
Takva baştan sona merkezden muhite, bireyin öz benliğinden dünyadaki bütün ilişkilere kadar yayılan bir hakkı teslim ve adaleti ayakta tutma mücadelesi. Bu aynı zamanda inanmayanları da içine alan, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan bir adaletin mümkün olduğunu gösterir ki dağ, taş, hayvan ve bitki her şeyi ihata eder.
Kolay gibi görünüyor, karıncayı incitmem der insanlar kendilerini överken; peki Nisa 135’te emredildiği gibi kendimiz, annemiz, babamız ve yakınlarımız aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutan şahitler olabiliyor muyuz? Allah’a inandım demenin tezahürlerinin, delillerinin billurlaştığı yer tam burası. İnsanlar kendi nefislerini fesat ve yozlaşmaya terk etmedikçe Allah yardım ve esirgemesinden onları mahrum bırakmaz, buna karşılık yine Allah, bilerek isteyerek günah işleyen kimselere, kendi içlerindeki eğriliği, olumsuz eğilimleri değiştirerek bunu hak etmedikçe rahmet ve inayetini nasip etmez. Bu en geniş anlamıyla birey ya da toplumların iç dünyalarındaki biçimlenmelere göre nasıl yükselip alçaldıklarını gösterir ve Sünnetullah’ı dile getirir.
Dosdoğru olmak, şeytanın küçük iğvalarıyla sürekli imtihan olmak... Sevgili Peygamberimiz bir keresinde, küçük günahları biraz azımsar gibi gördüğü sevgili eşine “Ya Aişe, çakıl taşlarını küçümseme (azımsama), büyük dağlar küçük çakıl taşlarından oluşur” demişti. Günahlardan kaçınmak ciddi bir iştir çünkü.