İslam Öğretisi

15 Ocak 2010

İbadetler


İnsan, zaafı yüzünden, Allah'a, insanlara veya diğer yaratıklara karşı haksızlıklar edebilir, suç işleyebilir. İlke olarak her suça karşılık bir ceza vardır. Fakat İslam affetmesini de bilir. Affedilmenin şartı ise tövbe edip pişman olmak ve hatayı tamir etmektir.

Manevi uygulamaların, ruhî ibadetlerin gayesi bizi zorunlu varlığa, yaratanımız ve Rabbimize yaklaştırmak ve onu bizden hoşnut olmasını sağlamaktır. Kuranın ifade ettiği gibi (Bakara,138) "Allah'ın boyası ile boyanma"ya, O'nun gözleriyle görmeye, O'nun diliyle konuşmaya, O'nun iradesine uygun olanı istemeye, kısacası insanî zaafın dayanabildiği ölçüde, O'na benzeyinceye kadar, tamamıyla O'nun iradesine uygun olarak hareket etmeye çalışırız.

Allah'ın emrine boyun eğmek zaten başlı başına bir ibadettir. Tek tek ele alıp ayrıntılara girmeden kesinlikle söyleyebiliriz ki İslam'ın bütün emirleri ve ibadetlerinin hem maddî hem de manevî yararları vardır. Bir diğer anlatımla sırf Allah için yapılmış şey çift değere sahiptir: Böyle bir hareket maddî kazançlardan hiçbir şey eksiltmeksizin, manevî yararlar sağlar. Buna karşılık aynı şey maddi bir amaç için yapılmışsa, bu amaca ulaşılabilir, fakat manevi kazançtan büsbütün yoksun kalınmış olur. Hz. Muhammed (sav)'in şu hadisini hatırlayalım: "Hiç şüphe yok ki ameller niyetlere göredir"

Dinî ibadetler konusunda müslümanın bütün hayatını yöneten temel ilke şudur: Bütünü geliştirmek ve parçaların işbirliğini sağlamak. Kur'ân yirmi kadar ayette  "namazı kılın ve zekâtı verin" emrini tekrarlar. Madde ile mananın ayrılmazlığını, beden ile ruhun birliğini gözler önüne serme bakımından bu emirden daha açık bir delile ihtiyaç var mıdır? Manevi görevler maddi yararlardan yoksun olmadığı gibi, maddi ödevler de ruhî faydalardan uzak değildir. Ayrıca söz konusu yararların tamamı, bu ödevlerin yerine getirilmesindeki niyet ve sebebe sıkı sıkıya bağlıdır.


İslam dayanışma temelinin bir unsurunu "doğum ve kan bağına dayalı toplum"da görmeyi reddeder. Akrabaya ve üzerinde doğduğu toprağa bağlılık elbette tabiidir. Fakat insan ırkının bizzat kendi menfaati diğer topluluklara karşı hoşgörülü olmayı gerektirir.

Günah ve Tövbe Anlayışı

İslam, insanın zayıf olduğunu, içinde iyilik ve kötülük yapma eğiliminin her an çatışma içinde bulunduğunu kabul eder. Fakat Hz. Âdem ile Havva'nın işlediği ilk günahtan ötürü insanın dünyaya günahkâr olarak geldiğini katiyen kabul etmez çünkü bu bir haksızlık ve adaletsizlik olur. Şayet Hz. Âdem bir günah işlemişse, bu diğer insanların sorumlu olmasını gerektirmez, çünkü herkes ancak kendi yaptıklarının hesabını vermekle yükümlüdür.

İnsan, zaafı yüzünden, Allah'a, insanlara veya diğer yaratıklara karşı haksızlıklar edebilir, suç işleyebilir. İlke olarak her suça karşılık bir ceza vardır. Fakat İslam affetmesini de bilir. Affedilmenin şartı ise tövbe edip pişman olmak ve hatayı tamir etmektir. İşlenen suç insanlara zarar vermişse, imkân ölçüsünde bu zararı telafi etmek gerekir. Zarar gören kişi karşılık almadan veya zararın tazmin edilmesi koşuluyla yahut bir başka yolla suçluyu bağışlayabilir. Fakat Allah'a karşı işlenen suçlara gelince, insan ya uzun bir cezayı çekerek veya Rabbi tarafından karşılıksız affedilerek bundan yakasını kurtarabilir. Fakat İslam açıkça belirtir ki Allah'ın tövbe eden suçluları bağışlamak için bir suçsuzu, bir masumu -mesela Hz.İsa'yı- cezalandırmaya ihtiyacı yoktur.

Toplumsal Hayat

Sadece kendisince bilinen sebeplerden ötürü Allah bireyleri değişik yeteneklerle donatmıştır. Aynı çiftin iki çocuğu aynı nitelik ve yeteneklerde değillerdir. Bütün araziler eşit derecede verimlilik göstermez. Aynı türün iki ağacı aynı miktarda veya vasıfta meyve vermez. Her varlık kendine özgü özellikler taşır. Bu tabii vakıadan çıkardığı sonuçla İslam hem temelde herkesin eşit olduğunu hem de bireysel özgürlüğü kabul eder. Herkes aynı Rabbin kullarıdır, fakat ilahi hoşnutluğun elde edilmesini en fazla sağlayan şey olan takva, yani kusursuz dindarlık, işte ferdin büyüklüğünün tek ölçüsü budur.


İslam dini inanç konusunda her türlü baskıyı reddeder. Hatta Müslümanlık bizzat İslam devletinin sınırları içinde oturan gayrimüslimlere özerklik tanımayı dinin ve dini hükümlerin bir gereği olarak kendine vazife bilir.

Bu anlayıştan hareketle İslam dayanışma temelinin bir unsurunu "doğum ve kan bağına dayalı toplum"da görmeyi reddeder. Akrabaya ve üzerinde doğduğu toprağa bağlılık elbette tabiidir. Fakat insan ırkının bizzat kendi menfaati diğer topluluklara karşı hoşgörülü olmayı gerektirir. Doğal zenginliklerin yeryüzünde eşit olmayan bir tarzda dağılmış olması, herkesi birbirine bağımlı kılmaktadır. Dile, ırka, renge veya doğum yerine dayalı milliyet çok fazla ilkeldir. Çünkü bu noktada bir kader, insanın hiçbir şekilde tercihinin bulunmadığı bir durum söz konusudur. Bu konuda İslam'ın anlayışı ilericidir ve sadece ferdin tercihini esas alır. Çünkü İslam ırk, dil veya ikamet yeri ayırımı yapmadan ortak bir ideale inanan herkese birlik ve bütünlük oluşturmayı önerir.

İslam dini inanç konusunda her türlü baskıyı reddeder. Hatta Müslümanlık bizzat İslam devletinin sınırları içinde oturan gayrimüslimlere özerklik tanımayı dinin ve dini hükümlerin bir gereği olarak kendine vazife bilir. Kur'ân, hadis ve bütün zamanların uygulaması gayrimüslimlerin dini ve sosyal konularda Müslüman yetkililerin müdahalesi olmadan kendi kanunlarına sahip olmalarını, kendi hâkimleri tarafından kendi mahkemelerinde yargılanmalarını gerektirmektedir. 

Kur'ân, ticaret, evlenme, miras, ceza hukuku, milletler arası hukuk gibi bütün konularda toplum hayatı için en iyi kuralları belirler.

Sadece kendini düşünmek, insanca değil, hayvanca bir davranıştır. Kendi ihtiyaçlarını giderdikten sonra, başkasının ihtiyaçlarını düşünmek normaldir, tabiîdir; fakat Kur'ân, insanlar arasında "ihtiyaç içinde olsalar bile başkalarını kendilerine tercih eden" (Haşr, 9) kimseleri över. Elbette bu sadece bir öğüttür, vasat adam için bir mecburiyet değildir. İnsan bunu yapmazsa suçlu olmayacak veya günahkâr görülmeyecektir. Aynı tarz tavsiyeler arasında, Hz. Peygamber'in şu meşhur hadisi de zikredilebilir: "İnsanların en iyisi başkalarına iyilik yapandır."

İslam insanın çalışmayı bırakıp bir asalak olmasını kabul etmez. Tam aksine Allah'ın yarattıklarından faydalanmak için bütün doğal yetenek ve becerisini kullanmasını ister. Mümkün olduğunca çok kazanmak gerekir. Çünkü ihtiyacımızdan arta kalanlar, gerekeni bile bulamayanların yardımına gidebilir. Hz. Peygamber tam tamına şöyle demiştir: "Kendinizden sonra, başkalarından dilenmekten ziyade, refah içinde yaşayan akrabalar bırakmanız daha iyidir."

Sonuç

İslam tam bir hayat tarzıdır. Çünkü İslam sadece belli inanç esasları vermekle kalmaz, aynı zamanda sosyal davranış kuralları da verir. Ayrıca kendi sisteminin uygulanışı ve iyi işlemesiyle de ilgilenir. İyiliğin övgüsünü, kötülüğün yergisini yapmakla yetinmez; bunlara hem maddi hem de manevi ödül ve cezalar da öngörür. İslam zihinlere Allah, diriliş sonrasındaki ahiret günü, cennet ve cehennem inancını nakşeder. Fakat bununla da yetinmeyip insanın haksızlık etmesini engellemek için maddi cezalar alanında alınabilecek bütün tedbirleri de alır. Çünkü İslam'ın doğru yolda tutmayı hedeflediği insan bütün türleriyle her çeşit insandır. O sadece ahlaken gelişmiş ve bir cezaya gerek kalmadan kendiliğinden doğru olanı gerçekleştirebilecek kapasitedeki insanları değil, yeryüzündeki tüm insanları hakka ve doğru olana muvaffak kılmak için gelmiştir.