İslâm'ı İhsân Üzere Yaşamak

13 Aralık 2017

“Güzel olmak” anlamındaki “hüsn” kökünden türetilen ihsân, “Bir şeyi iyi ve güzel yapmak”, “Başkasına iyilikte bulunmak” anlamlarında kullanılır. (Prof.Dr.Mustafa ÇAĞRICI: İslâm Ansiklopedisi; Doç.Dr.İsmail KARAGÖZ: Dînî Kavramlar Sözlüğü) Güzellik ve iyilik, insanın yaratılış hamurunda vardır. Zîra onu yaratan Yüce Allah, Kur’ân’da: “Biz, gerçekten insanı ahsen-i takvîm üzere (en güzel bir biçimde) yarattık” buyurmaktadır. (Tîn: 95/4) “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı…”(Secde: 32/7) ayet-i kerîmesi de, yara-tılmış her varlıkta Allah’ın lutfettiği bir güzelliğin bulunduğunu bildirir.

Allah Teâlâ, insanın yaratılışında ve ruhunda bulunan güzellik ve iyilik cevherini, yapacağı çirkinlik ve kötülüklerle mahvetmesine razı değildir. Onun için insana, iyilikle kötülüğü, güzellikle çirkinliği, doğru ile yanlışı seçip ayıracak bir akıl ve ikisinden birini gerçekleştirecek özgür bir irade verdiği halde merhameten bir de Kitap ve Peygamber göndermiş; dünyada verilen nimet ve güzelliklere nankörlük etmeden güzelce yaşamanın, ahirette de ebedî güzelliklere kavuşmanın yolunu göstermiştir. O’nun razı olduğu şekilde güzel yaşayıp diğer insan ve canlılara da güzel davranan kullarından Kur’ân’da “muhsinler” diye söz etmiş; muhsin ve müttakîlerin özelliklerini açıklayarak onları sevgisi ve cenneti ile müjdelemiştir. “Onlar, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları bağışlarlar. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân: 3/134) anlamındaki ayet, bunlardan biridir. Bizlere Kur’ân ahkâm ve ahlâkının canlı bir örneği olan sevgili Peygamberimiz de, “Allah her işte ihsânı emretmiştir” buyurarak bunu ilke edinmemizi öğütlemiştir.

Peygamber Efendimiz’in Cibrîl hadisinde geçen ihsân açıklaması da çok önemli olup farklı bir boyut içermektedir. Bir gün Allah Rasûlü ashâbı ile birlikte iken Cebrâil Aleyhisselâm insan şeklinde gelip karşısına oturdu, Iman’ın ve İslâm’ın ne olduğunu sordu. Cevaplarını aldıktan sonra, üçüncü olarak: “İhsân nedir?” sorusunu yöneltti. Peygamberimiz: “İhsân, Allah’ı görür gibi kulluk etmendir. Sen onu görmesen de O seni görmektedir” cevabını verdi. Cebrâil, dördüncü olarak sorduğu “Kıyâmetin ne zaman kopacağı” sorusuna da, “Bu konuda sorulanın sorandan daha fazla bilgisi yoktur” cevabını alarak oradan ayrılıp gitti. Ardından Allah Rasûlü, bu gelenin Cebrâil olduğunu; insanlara dinini öğret-mek için geldiğini bildirdi. (Buhârî, Müslim) İman ve İslâm, nâzil olan Kur’ân ayetlerinde geçiyor, Allah Rasûlü’nün açıklama ve uygulamaları ile biliniyordu. “Allâh’ı görür gibi kulluk” anlamındaki ihsânı ise, ashâb-ı kirâm yeni öğreniyordu. Hazreti Peygamber’e gelip ihsânı sorarak açıklattıran Cebrâil Aleyhisselâm olunca, bunun bilinmesi ve kulluk bilinci hâline getirilmesini isteyenin de Allah Teâlâ olduğu anlaşılıyordu.

Diğer bir ifade ile ihsân üzere yaşamanın gereği, takvalı ve adaletli olmaktır. Bir kimse Allah’a karşı ne derece kulluk bilinciyle, ihlâs ve takva üzere ibadet ederse, insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı da o derece sorumluluk bilinci içinde, adâlet ve merhametle davranır; her işinde Rabb’inin sevgisini ve rızasını kazanmaya çalışır. 

İhsânın iki yönü vardır. Bir yönü, Allah’a karşı hiçbir şeyi ortak koşmadan ve rızâsı dışında bir şey beklemeden, görürcesine kullukta bulunmak; diğer yönü de, O’nun yarattıklarına karşı daima adaletli olmak, güzel ve iyi davranmaktır. Diğer bir ifade ile ihsân üzere yaşamanın gereği, takvalı ve adaletli olmaktır. Bir kimse Allah’a karşı ne derece kulluk bilinciyle, ihlâs ve takva üzere ibadet ederse, insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı da o derece sorumluluk bilinci içinde, adâlet ve merhametle davranır; her işinde Rabb’inin sevgisini ve rızasını kazanmaya çalışır. Ankebut Sûresi’nde geçen: “Kitap’dan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı çirkin işlerden ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak, elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bilmektedir” anlamındaki âyet-i kerîme (29/45), bize şunu anlatmaktadır ki: Allah için yapılan gerçek bir ibadet, o kişinin davranışlarına güzel ahlâk olarak yansır. Eğer yansımıyorsa, o ibadet şekilden ibaret olup gerçekte ve Allah nezdinde bir değeri bulunmamaktadır. Bu durumda, kalplerini kin ve öfke ile doldurarak çocuklara varıncaya kadar suçsuz insanların kanını İslâm adına helâl sayıp “cihâd” adıyla cinâyet işleyen ve bunu “Tekbîr” çığlıklarıyla ilan edenlere ne demelidir? İslâm’ın insanlığa “huzur ve kurtuluş reçetesi” olarak sunulmasına hangi gayr-i müslim, bu sözde Müslümanlardan daha büyük bir zarar verebilir? İhsansız Müslümanlık, bu ümmet için ne büyük bir dert ve felâkettir? Barış ve güzellik, adâlet ve iyilik kaynağı olan Yüce Dinimiz, birtakım cahil ve sevgiden yoksun mensuplarının elinde ne kadar da gariptir?

Yeri gelmişken, ihsânın tasavvuf açısından da önemine değinmek gerekir. Zîrâ gerçek anlamda tasavvuf, insanın kendisini vahyin ışığında Allâh’ın razı olmadığı düşünce ve davranışlardan arındırması, güzel ahlâk ile donatmasıdır. Allah Teâlâ Kur’ân’da: “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir” buyurmaktadır. (Şems: 91/9) Âyetten de anlaşıldığı üzere bu arınmayı yapacak olan, insanın kendisidir. Bu hususta Kur’ân’ı rehber, Muhammed Aleyhisselâm’ı örnek alacak; bunları doğru anlayabilmek için de ilim ve irfân ehlinin ders, eser ve sohbetlerinden faydalanacak; edindiği bilgi ve anlayışla benliğini arındırarak iyi bir insan ve müslüman olacaktır. Aynı zamanda, Allah Teâlâ’nın her an kendisini gördüğü ve kendisine kendi özünden yakın olduğu gerçeğini hiçbir zaman unutmayacak; Rabbine olan ilgi ve sevgisini gönlünde daima taze tutacak; bunun şuur ve huzurunu her hâl ve davranışına yansıtacaktır.

Tarih boyunca tasavvufu böyle anlayan ve yaşayanlar çıkmıştır. Onlar, yaşayış ve dualarıyla Müslümanların güven ve teselli vesileleridir. Bununla birlikte, sözde şeyhlik ve dervişlik davasıyla ayrıcalık peşinde koşan ve tasavvufu manevi bir saltanat sananlar; İslâm’ı kendi inanış ve davranışlarıyla özdeşleştirerek yüce dinimizin yanlış anlaşılmasına sebep olanlar da geçmişte ve günümüzde az değildir. Bu yanlışlık ve aşırılıkların giderilmesi, ancak toplum olarak gerçekçi ve verimli bir eğitim ve öğretimle; birey olarak da, doğru bilgi ve İslâm’ı ihsân üzere yaşama gayreti ile imkân dâhiline girebilir.