Son derece geniş ve kapsamlı bir konunun kısa ve oldukça sınırlı bir yazı çerçevesinde ele alınmasının zorluğu tartışılmayacak ölçüde vazıhtır. Dolayısıyla bu çalışmamızda, sınırların iyice belirlenmesinin gerekliliği şüphe götürmez bir ihtiyaçtır. Öncelikle, tarih boyunca Müslüman düşünürlerin Kitab-ı Mukaddes’ten hareketle Hz. Muhammed (sav)’in nübüvvetini ispatlama gayretleri üzerinde durulacak, konuyla ilgili yorum ve düşüncelerine yer verilecektir. Genel bir tarih çerçevesinde konuyu ele almanın yol açacağı belirsizliği önlemek amacıyla da belirli birkaç klasik dönem eserinden hareket edilerek ilgili görüş ve yaklaşımlara genel bir bakış yapılacaktır. Üzerinde duracağımız eserlerden birincisi Nestûrî Patriği I. Timoteus (164-208/780-823) ile Abbasi halifesi Mehdî (158-169/775-785) arasında Bağdat’ta (165/781 ya da 166/782 yılında) gerçekleşen diyalog metninden oluşuyor. Bu eserin ehemmiyeti, Müslüman-Hıristiyan diyaloğunu yansıtan yazım çeşidinin ilk örneklerinden biri olarak telakki edilmesindendir. Metin, Patrik tarafınca kaleme alınmış olmakla beraber, halife Mehdi’nin şahsında Müslümanların Kitab-ı Mukaddes’i okuma usûlünü kapsaması açısından önem arz etmektedir. İkinci eser de dönem itibariyle birinci metinden kısa süre sonra kaleme alınmış bulunan İbnü’l-Leys Risale’sidir. Eserin önemi, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini müjdelediğine inanılan Kitab-ı Mukaddes ifadelerini ilk defa bir araya getirip günümüze kadar ulaşan en eski Müslüman eseri olma özelliğini taşımaktan kaynaklanmaktadır. Söz konusu eser, Bizans imparatoru VI. Konstantin’e (780-797) hitaben, halife Harun er-Reşid (170/786-193/809) adına (795 yada 796 yılında) yazılmış bir mektup mahiyetindedir. Tahlil edeceğimiz üçüncü eserimiz de, ilk iki metne oldukça yakın bir dönemde kaleme alınan, Hıristiyanlıktan İslam’a geçmiş bulunan Ali b. Rabben et-Taberî’nin (ö. 240/855) meşhur Kitabü’d-din ve’d-devle isimli eseridir. Bu üç eseri bir araya getiren ortak özellik, Hz. Muhammed (sav)’in müjdelenmesiyle ilgili ifadelere vakıf olmak amacıyla Müslümanların, Hıristiyanlara ait kutsal kitapları okuma ve yorumlama örneklerini barındırıyor olmalarıdır.
Kur’ân-ı Kerim, dinî inançları, yaşantıları ve kutsal kitapları açısından Hıristiyanlardan söz edip değerlendirmelerde bulunur. Kur’ân’ı düşünce sisteminin merkezine yerleştirmiş olan Müslüman düşünürler de, tarih boyunca genelde diğer dinlere, özelde Hıristiyanlığa bakışlarında da Kur’ân çerçevesinde bir yaklaşım belirlemişlerdir. Dolayısıyla Müslüman-Hıristiyan karşılaşmalarının ürünü durumundaki teolojik tartışma ve reddiyelerin, Kur’ân merkezli bir yapıda ve Kur’ân öğretileri üzerine bina edilmiş argümanlarla örülü olduğunu görürüz. Genel olarak İslam inançlarına aykırı olarak görülen teslis (üçleme), tecessüd/hulûl (‘enkarnasyon’ ya da Tanrı’nın ete kemiğe bürünmesi), İsa’nın uluhiyeti ve haça gerilmesi gibi bir kısım Hıristiyan inançlarının reddedilmeye çalışılması; diğer yandan ilahî mesajın tahrife uğradığı ve Hz. Muhammed (sav)’in Hz. İsa tarafından müjdelendiğinin (tebşirat) ispatı tarzında, dolaylı olarak Hıristiyanların Müslümanlığa bakışıyla ilgili meselelerin ele alınmış olması bile, Kur’ân’ın ne derece kaynaklık teşkil ettiğini göstermeye yeter. Kur’ân-ı Kerim’in nazarında peygamberlik müessesesi bir devamlılık silsilesidir. Muhtelif peygamberlerin getirdiği öğretiler birbirini nakzetmediği gibi, bilakis tasdik eder özelliktedir. Mesela Hz. İsa kendisinden önce gelen Tevrat’ın doğruluğunu tasdik ettiği gibi, kendisinden sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir (Saff 61/6). Bu şekilde devam eden peygamberlik zinciri, peygamberliğin mührü (hatemü’l-enbiya) niteliğini taşıyan Hz. Muhammed ile kemale ermiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın kendinden önceki ilahî mesajları tasdik etmiş oluşu, bir yandan o kitapların ilahî kaynaklı olduğunu doğrulaması ve içerdikleri hükümlerin gerçekliğini kabul etmesi anlamına gelirken, diğer yandan, Hz. Muhammed’in zuhuruna da önceki peygamber ve kitapların onaylanması şeklinde bir anlam verilmiştir. Diğer bir ifadeyle önceden müjdelenen peygamberin ve O'nun getirdiği kitabın gelişi, o peygamberlerin tasdik ve teyid edilmesi anlamını taşır. Nitekim, Ali b. Rabben et-Taberî’ye ait “Peygamber zuhur etmeseydi peygamberlerin nebevî haberleri hükümsüz kalırdı.” sözleri bu anlayışın eseridir. Zira müellife göre, “Allah verdiği sözü tutmamazlık etmediği gibi, duyurduğu haberi de yalanlamaz.” (Kitabü’d-din ve’d-devle, s. 66).
Hıristiyanlarla karşılaşmalarının ilk dönemlerinden itibaren Müslümanların Eski ve Yeni Ahit’i okuyup tahlil etmeye başladıklarını görmekteyiz. Buna teşvik eden önemli nedenlerden biri, İslam inançlarına ters düşen bir kısım Hıristiyan inanç esaslarını reddetmek amacıyla argüman üretme ihtiyacı olmuştur. Böylece mesela teslis ya da Hz. İsa’nın uluhiyeti gibi temel Hıristiyan inançlarının Kitab-ı Mukaddes tarafından dahi desteklenmediğini ispat etmeye çalışmak, önemli yöntemlerden biri olmuştur. Bir diğer neden ise Hz. Muhammed (sav)’in önceki kutsal kitaplarca müjdelendiğine dair Kur’ân âyetleridir. Özellikle Hz. Muhammed (sav)’in gelişinin hem Tevrat hem de İncil’de tavsif edildiğini (Araf 7/157), İsa’nın kendisinden sonra gelecek Ahmed ismindeki peygamberi müjdelediğini (Saff 61/6) dile getiren Kur’ân âyetleri, ilk dönemlerden itibaren Müslümanları mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında bu sözlerin paralelini bulma arayışına sevk etmiştir. İlk başlarda bu girişimin, Kitab-ı Mukaddes’e olan vukufiyetleri sebebiyle daha ziyade Ehl-i Kitab’dan olup da İslam’ı seçenlerce gerçekleştirildiğini görüyoruz. Yine, İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201)’nin de ifade ettiği gibi, Kitab-ı Mukaddes müjdelerini bir araya getirmekten oluşan metinleri kaleme alanlar da bu mühtedîler olmuştur (el-Vefâ bi-ahvâli’l-Mustafâ, c. I, s. 73).
Yukarıda ifade edildiği üzere Kur’ân’ın önceki ilahî kitaplara bakışı tasdik (doğruluğunu onaylama) çerçevesi içinde belirlenebilir. Zira peygamberlere ulaşan vahyin ilahî kaynaklı olup aralarında bir fark olmadığı vurgulanmıştır. Böylece müminler, peygamberlerden “hiçbiri arasında fark gözetmeksizin” inanmakla emrolunmuşlardır (Bakara 2/136, 285). İlahî kitapların kaynağı açısından mesele bu şekilde belirlendiği halde; söz konusu kitapların tarih boyunca geçirdiği sürece bakınca, Kur’ân’ın eleştirel bir yaklaşım tarzı arz ettiğini görüyoruz. Bilindiği üzere Ehl-i Kitab çerçevesi içinde Kur’ân terminolojisinde “tahrif” kavramının önemli bir yeri vardır. Pek çok âyette Ehl-i Kitab kendilerine verilen ilahî mesajı tahrif edip değiştirmekle suçlanıp kınanmaktadır. Tefsirlere baktığımızda, Ehl-i Kitab’ın “bile bile gerçeği gizledikleri” (Al-i İmran 3/71) şeklindeki Kur’ânî suçlamaların ve tahrif konusunun Hz. Muhammed (sav)’in müjdelenmesi meselesiyle yakından bağlantı kurularak anlaşıldığını görüyoruz. Mesela ilk dönem müfessirlerinden meşhur Taberî (ö. 310/923), “gerçeği gizlemek” ifadesini, Hz. Muhammed (sav)’in zuhuruna ve peygamberliğine işaret eden Tevrat ve İncil metinlerini gizlemek şeklinde yorumlar (Câmi‘ü’l-beyân, c. I, s. 189; c. II, s. 274-275, 375). Aslında bu yorumun yine Kur’ân kaynaklı olduğunu söylemek de mümkün. Bu konuda, kendilerine kitap verilenlerin Peygamber’i (ya da ona verilen kitabı) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarını, ama buna rağmen bile bile gerçeği gizlediklerini ifade eden âyetler (Bakara 2/146; Enam 6/20) etkili olmuş görünmektedir.
Yahudilerle Hıristiyanların kendi kutsal kitaplarına yönelik yaklaşımlarını eleştirirken Müslüman polemikçiler için tahrif konusu önemli bir kavram haline gelmiştir. Böylece tahrif ve değişime maruz kaldığına inanılan Kitab-ı Mukaddes metninin, Müslümanlar hakkında bir bağlayıcılığının olamayacağı vurgulanmıştır. Tahrif kavramının polemikler literatüründe hicri ikinci/miladi sekizinci asırdan itibaren etkin hale geldiğini görüyoruz. Nestûrî Patriği I. Timoteus ile yaptığı görüşmesinde halife Mehdî, aslında Hıristiyan kutsal kitaplarının Hz. Muhammed (sav)’le ilgili sayısız müjdeyi kapsadığını ancak Hıristiyanların bunları değiştirip ilgili metinleri ortadan kaldırdıklarını vurgular (Mingana, “The Apology of Timothy”, s. 35, 55). Diğer yandan, Hıristiyanların ellerinde bulunan Kitab-ı Mukaddes metninden bu manada yorumlanabilecek örneklere de yer verir. Böylece Tevrat’ta geçen ve Hz. Musa’ya atfedilen: “Tanrınız Rab size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak.” şeklindeki sözler (Tesniye 18:15, 18) Hz. Muhammed (sav)’e bir işaret olarak yorumlanmıştır. Zira sözü edilen peygamberin, İsrailoğulları’nın kardeşleri arasından çıkacağının belirtilmesi, onun İsmailoğulları’ndan olacağının delili olarak görülmüştür. Ayrıca “eşeğe” ve “deveye” binmiş tabirleri (İşaya 21:7) de birincisi Hz. İsa’nın ikincisi de Hz. Muhammed’in vasfı olarak anlaşılmıştır. Hz. İsa’nın geleceğini müjdelediği, ilahî kelamı işitip duyuracak ve insanları hakikate ulaştıracak olan “Paraklet” (Arapçalaşmış şekli Faraklit) ifadesi de (Yuhanna 14:26; 15:26; 16:7), halife Mehdi’nin Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini ispat etmek üzere serd ettiği kanıtlar arasında yer almaktadır (Mingana, “The Apology of Timothy”, s. 33-39, 50-52).
İbnü’l-Leys Risale’sinde de aynı anlayış ve yaklaşımı görmek mümkündür. Gösterdiği mucizeler, sahip olduğu olağanüstü şahsiyet, tebliğindeki başarı, kendisine tabi olanların gerçekleştirdiği fetihler Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini kanıtladığı gibi, Tevrat ve İncil de O'nun gelişini ve nübüvvetini öngörmüştür. Ne var ki, müellifin ifadesiyle, Yahudilerle Hıristiyanlar bu metinleri yanlış yorum ve açıklamalarla gerçek anlamından saptırmışlardır. Bu meyanda Tesniye, Mezmurlar, İşaya, Habakkuk ve Yuhanna İncili en sık atıflarda bulunduğu ve âyetlerini aktardığı kitaplar arasındadır. İbnü’l-Leys de Hz. Musa’nın sözlerini ve Hz. İsa’nın haber verdiği “Paraklet”i Kur’ân’daki “Ahmed” ile özdeşleştirmektedir. “Rab Sina’dan geldi ve onlara Seir’den doğdu, Paran dağından parladı” (Tesniye 33/2) ifadesinde geçen Sina dağı Hz. Musa’nın, Seir dağı Hz. İsa’nın, Paran dağı da Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine işaret ediyor şeklinde anlamıştır. Her üç mekanı da sırasıyla Tevrat, İncil ve Kur’ân’ın vahyedildiği yerler olarak tanımlamıştır. (İbnü’l-Leys, Risâle, s. 308-313).
Ali b. Rabben et-Taberî’nin (ö. 240/855) Kitâbü’d-dîn ve’d-devle isimli eseri ise, önce Hz. İsmail ve onun nesli hakkındaki müjdelerin anlatımı ile başlamakta, daha sonra Hz. Musa, Davud, İşaya, Hoşea, Mika, Habakkuk, Tsefanya, Zekarya, Yeremya, Hezekiel ve Daniel’e ait birtakım ifadeleri, Hz. Muhammed’in gelişi ve tebliği ile ilgili müjdeler şeklinde yorumlayıp sunmaktadır. Böylece mesela önceki iki metin gibi bu eser de, Hz. Musa’nın geleceğini müjdelediği peygamberi (Tesniye 18/15, 18) Hz. Muhammed (sav), zikrettiği “Paran dağı”nı (Tesniye 33/2) da Mekke olarak yorumlar. Mezmurlar ile İşaya kitabında geçen ve hamd kelimesinden türemiş olan kelimeleri de içinde bulundukları bağlam çerçevesinde “Ahmed” ve “Muhammed” isimlerine birer işaret olarak değerlendirir. (Kitâbü’d-dîn ve’d-devle, s. 66-118). Et-Taberî’nin Yeni Ahit okumalarına gelince, Hz. İsa’nın “herşeyi öğretecek” olan Paraklet (Yuhanna 14:26) ile kastettiği kişi Hz. Muhammed (sav)’den başkası değildir. Bundan da öte müellif, yeni bir yol takip ederek Paraklet kelimesinin ebced hesabıyla sayısal değerini, Muhammed ismi ve Muhammed b. Abdullah en-Nebiyyü’l-Hâdî (Abdullâh oğlu Muhammed, doğru yola ileten peygamber) ve Muhammed Rasûl Habîb Tayyib (Muhammed, Sevilen ve Temiz Peygamber) gibi nitelendirmelerle kıyaslayarak, bu ifadelerin birbirine denk düştüğünü göstermeye çalışır. Yeni Ahit’ten sadece Hz. İsa’nın sözlerini aktarmakla kalmayıp Petrus (I Petrus 4:17) ve hatta Pavlus’tan (Galatyalılar 4:22-26) dahi nakillerde bulunur (a.g.e., s. 118-124). Daha da ötesi, Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın habercisi olarak görülen ve bu anlamda delil olarak kullanılan Eski Ahit metinlerini bile bu kapsamda yorumlayıp referans olarak kullanır (a.g.e., s. 117-118). Zira ona göre Hıristiyanlar, bu ifadeleri yanlış yorumlamış ve hakiki manasından saptırmışlardır. Böylece Ehl-i Kitab’ın söz konusu ifadeleri yorumlama biçimlerini sert bir dille eleştirmeye yönelir (a.g.e., s. 17, 111-112, 121, 123-124).
Bu kısa yazımızda sunduğumuz örneklerden de görüldüğü üzere, Kur’ân âyetlerinin etkisiyle Müslüman yazarlar, Ehl-i Kitab ile tartışma ve diyaloglarında yine onlara ait kutsal metinleri okuyup İslam’a uygun bir şekilde yorumlamaktan oluşan bir savunma yöntemi geliştirmişlerdir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın misyonunu ispat sadedinde Eski Ahit’e müracaat edip onu bir delil olarak kullandıkları gibi, Müslümanlar da Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğini kanıtlamak maksadıyla hem Eski Ahit hem de Yeni Ahit’ten yararlanmışlardır. Bu durum, delâ’ilü’n-nübüvve, a‘lâmü’n-nübüvve ya da beşâ’irü’n-nübüvve olarak isimlendirilen yeni bir yazım türünün de ortaya çıkmasına vesile olmuştur. İsminden de anlaşılacağı üzere bu tür eserlerin asıl amacı, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberlik görevini ispat etmek olmuştur. Bunu da Hz. Peygamber’in emsalsiz şahsına atıfta bulunarak, gösterdiği mucizeleri ortaya koyarak, önceden haber verdiği hususların gerçekleşmesiyle ilgili olayları naklederek, ashabının ve O'na tabi olanların üstün niteliklerine dikkat çekerek yapmaya çalışmışlardır. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes müjdelerini bir araya getirip analiz eden bölümler de bu eserlerin ayrılmaz önemli bir parçası olagelmiştir. Tekvin, İşaya, Mezmurlar ve Yuhanna İncili bu konuda en çok başvurulan eserler arasında sayılabilir. Hamd kökünden türeyen kelimeleri kapsayan ifadeler, Mekke ve civarı ile bağlantı kurulabilecek mekan isimlerini zikreden metinler ile Hz. İsa’nın geleceğinden söz ettiği Paraklet, İslam’ın zuhurunun şahidi hükmünde anlaşılmıştır. (bk. Lazarus-Yafeh, Intertwined Worlds, s. 83-110; Adang, Muslim Writers, s. 139-162; 264-266). Ayrıca zikrettiğimiz son örnekte de görüldüğü üzere, ebced hesabı dahi bu meyanda bir araç olarak kullanılmıştır. Böylece Eski ve Yeni Ahit metinlerinde geçen bir kısım kelimelerin sayısal değeri ile Hz. Muhammed’in isim ve sıfatlarının sayısal değerleri arasında ilgi kurularak birbirleriyle özdeşleştirme yoluna gidilmiştir.
Adang, Camilla, Muslim Writers on Judaism and the Hebrew Bible: Ibn Rabban to Ibn Hazm, Leiden: E. J. Brill, 1996.
Demiri, Lejla, Muslim-Christian Dialogue in the Eighth Century: The Nestorian Patriarch Timothy I and the Abbasid Caliph al-Mahdî, Roma: Pontificia Università Gregoriana (basılmamış yüksek lisans tezi), 2004.
Dunlop, D. M., “A Letter of Hārūn al-Rashīd to the Emperor Constantine VI”, In Memoriam: Paul Kahle, eds. Matthew Black and Georg Fohrer, Berlin: Alfred Töpelmann, 1968, s. 106-115.
İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi-ahvâli’l-Mustafâ, ed. Mustafa Abdü’l-Vâhid, Kahire: Dârü’l-Kütübi’l-Hadîse, 1966.
İbnü’l-Leys, “Risâle”, Cemheretü resâ’ili’l-‘Arab fī ‘usūri’l-‘Arabiyyeti’l-zâhire, ed. Ahmed Zeki Safvet, Kahire: Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1356/1937, c. III, s. 252-324.
Lazarus-Yafeh, Hava, Intertwined Worlds. Medieval Islam and Bible Criticism, Princeton: Princeton University Press, 1992.
________, “Tawrāt”, EI², c. X, s. 393-395.
Mingana, A., “The Apology of Timothy the Patriarch before the Caliph Mahdî”, Woodbrooke Studies (Bulletin of the John Rylands Library), 12 (1928), s. 1-162.
Taberî, Ali b. Rabben, Kitâbü’d-dîn ve’d-devle, ed. A. Mingana, Manchester: University Press, 1923. İng. Terc. A. Mingana, The Book of Religion and Empire, Manchester: University Press, 1922.
Taberî, Ebû Câfer, Câmi‘ü’l-beyân ‘an te’vîli âyi’l-Kur’ân, ed. Beşşâr ‘Avvâd Ma‘rûf ve ‘Isâm Fâris el-Harastânî, Beyrut: Mü’essesetü’r-Risâle, 1994.
Watt, Montgomery W., “The Early Development of the Muslim Attitude to the Bible”, Glasgow University Oriental Society Transactions, 16 (1955-6), s. 50-62.