Nasıl Bir Kibir, Hangi Güzellik?

20 Eylül 2018

Abdullah b. Mesud’dan (ra) rivâyet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Kalbinde, miskal kadarcık bile olsa, kibirden birşey bulunan kişi cennete giremeyecektir...” [Orada bulunanlardan] Biri “Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabılarının güzel olmasını, sever ve ister [Yani bu da kibir alameti midir?] dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Asıl kibir, hakkı, gerçeği görmezlikten gelip umursamamak, insanları hor ve hakir görüp tepeden bakmaktır.” (Müslim, İman 147)

Kibir ve tevazu arasındaki uçurum şöyle de ifade edilebilir: Varlığın yerinde kararında sergilenmesi, tevazu. Yoksun olunanın, sıklıkla da bir zamanlar yoksun olunmuşun boşluğunda oluşan kasılma ise kibir. Her iki durum, hazmedilmesi zor tecrübeler karşısında iki temel tutumun eseri olarak biçimlendiriyor benlikleri.

Gerçekten insanı kibirli olmaya götüren nasıl bir ruh halidir? Fazlalıklar mı eksikler midir kibirli hallere sevk eden… Bir insanı hangi sebeplerle “kibirli” bulur, bir başkasını ise “mütevazı” diye överiz?

Kendinde mevcut tecrübeler, olumlu veya olumsuz özellikler konusunda muhasebe içinde ve dolayısıyla gelişmeye açık olan kibre niye tenezzül etsin? Tevazu varlıkla, kibir yoklukla ilgilidir. Kibirli sandığımız kişi belki de her zaman kayıtsız şartsız sevileceğine inandırılmış biridir. Sevgi ise elbette garanti altına alınmış bir paket değil. Ailenin karşılıksız sevgisi bile bir yere kadar sürüp gidecektir. Bizi sevgisiyle sarıp sarmalayan yakınlarımızın hisleri karşılık görmedikçe tamamen tükenmese de yıpranmaya uğrar. O yakın çevre tarafından bir yüceltmeyle ve bolca verilmiş sevginin toplum tarafından esirgenmesi, haksızlığa uğradığı zannıyla hasarlara yol açar benlikte. Nasıl olur da kıymeti bilinmez? Eksiği, başkasının eksiğine dönüşür, fazlası bir koruma duvarı halinde kaplar benliğini.

Kibir ve tevazu arasındaki uçurum şöyle de ifade edilebilir: Varlığın yerinde kararında sergilenmesi, tevazu. Yoksun olunanın, sıklıkla da bir zamanlar yoksun olunmuşun boşluğunda oluşan kasılma ise kibir. Her iki durum, hazmedilmesi zor tecrübeler karşısında iki temel tutumun eseri olarak biçimlendiriyor benlikleri. Mütevazı kişi olguları başka hayatlar zaviyesinden de gördüğü için kendini dünyanın merkezi kılmıyor; hayatı okuması da buna göre gelişiyor. Kibirli açısından ise hayat ancak kendi benliğini korumaya dönük maskelerle alt edilebilir zorluklarla doludur; bir meydan okuma, savunma hali içinde yürüyebilir insan ilişkileri de…

Mütedeyyin kesimlerde “kibre karşı kibir sadakadır” mealindeki bir hadise sıklıkla atıfta bulunuluyor. Ne var ki kibir hastalığına yakalanmış kişiye verilecek ders ancak sağlam bir kişilik altyapısıyla öğretici bir tecrübe ortaya koyabilir. Bu derslerin bir alışkanlığa dönüşmesi de olası. Oysa Peygamberimizin (sav) hayatı boyunca sergilediği vakar çok daha öğretici ve etkileyicidir.

“Muhammed (sav) yakışıklıydı ama manken değildi, iyiydi fakat saf değildi cesurdu fakat acımasız değildi, bilgeydi fakat ukala değildi.” diye yazıyor Aliya, İslam Deklarasyonu isimli kitabında. "Kibirden ve sahte onurdan uzaktı Muhammed (sav), kavramlar ve eşya bağlamında hakiki ve özlü olanı seviyordu" diye belirtiyor ayrıca.

Abdullah b. Mesud’dan (ra) rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sav) kibirlinin akıbetini şu şekilde ifade etmiştir: “Kalbinde, miskal kadarcık bile olsa, kibirden bir şey bulunan kişi cennete giremeyecektir...” [Orada bulunanlardan gelen] “Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabılarının güzel olmasını, sever ve ister [Yani bu da kibir alameti midir?] diye bir soru üzerine ise Peygamberimiz (sav) şunları dile getirmiştir:  “Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Asıl kibir, hakkı, gerçeği görmezlikten gelip umursamamak, insanları hor ve hakir görüp tepeden bakmaktır.” (Müslim, İman, 147)

Giyim kuşam ve ev döşemelerinde, şehircilikte, mimaride meşrulaştırıcı bir atıf kaynağı olarak hatırlanır; “Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever.” şeklindeki kısmı. Oysa güzellikle ilişkilendirilen biçim ve tezyinler bu meşrulaştırma üzerinden abartılı bir şekilde kullanılır veya uygulanırken “hakkı, gerçeği görmezlikten gelip umursamamanın”, “insanları hor ve hakir görüp tepeden bakmanın” pencere ve platformlarına dönüşebiliyor.

Hayat tarzımız üzerine düşünmede bir hayli zihin açıcı olan bu hadisi çoğumuz ezberleyecek kadar okumuş veya dinlemişizdir. Özellikle giyim kuşam ve ev döşemelerinde, şehircilikte, mimaride meşrulaştırıcı bir atıf kaynağı olarak hatırlanır; “Muhakkak ki Allah güzeldir, güzelliği sever.” şeklindeki kısmı. Oysa güzellikle ilişkilendirilen biçim ve tezyinler bu meşrulaştırma üzerinden abartılı bir şekilde kullanılır veya uygulanırken “hakkı, gerçeği görmezlikten gelip umursamamanın”, “insanları hor ve hakir görüp tepeden bakmanın” pencere ve platformlarına dönüşebiliyor. Güzelliğe erişmeye dönük arayışla doluyor giysi ve ayakkabı dolapları, kimileri “daha güzel, sürekli güzel” olmanın peşinde yüzlerine yabancılaşıyor. Daha güzel mekânlara layık olunduğu kabulüyle yayılan projeler, fakir fukaranın teneffüs alanını işgal ediyor. Güzele sahipliği maddi varlıkla ilişkilendiren bakışta böylelikle elde edilen ayrıcalıklı konumun sahneleri çeşitli ekranlarla yoksul ve madun kitlelere asla erişilemeyecek olanla ilgili bir umutsuzluk boca ediyor.

Estetik üzerine saatlerce konuşabiliriz bu hadisten hareketle. Öyle ya, “hakkı, gerçeği görmezlikten gelip umursamamak, insanları hor ve hakir görüp tepeden bakmak” ile güzelliği yüzeyde anlamak arasında bir bağ var. Ve kuşkusuz emek verilmemiş hiçbir güzellik ruhun ıstırabını dindirmiyor.

Başkalarını kendinden çok düşünmeyi sağlayan değerlere yaslanan bir terbiye, milli eğitimlerin büyük eksiği. Paradoksal geliyor belki ama biz orta yaşlılar kendi eğitim süreçlerimizde bir şekilde diğerkamlığı öğrenebildik. Bunun asli sebebi kuşkusuz toplumsal acılar karşısındaki duyarlığın hemen her kesimi etkileyen çare arayışlarına yol açan sorumluluğuydu. Ailelerimizden ise “Rabbini bilenin kendini bileceğini” öğreten bir terbiye aldık.

Allah’la ilişkide içtenliğin de ifadesidir takva. Kibrin var olmayanı işte öyle gösterme çabası olduğundan da söz edilebilir. Kendini kusurdan münezzeh görenin, haklılığını ötekinin kusurlarında doğrulamakla oyalananın ne sanatı olur ne irfanı. Allah güzel, şu var ki bu güzelliğin farkı, debdebe ve şatafat ortamlarının keşfine izin vermeyeceği bir ahlaki yüceliğe açar kendini ancak. Etik olandan bağımsız bir estetik mümkün mü? "İçsel bir ruh zorunluluğundan kaynaklanan şey güzeldir, içsel olarak güzel olan şey güzeldir" diyor Kandinski. Nasıl da Müslümanca bir tespit!