Pencereden bulutların geçişini izliyorum. Sonbaharın ilk günleri. Işık huzmeleri eğiliyor giderek. Bahçedeki narlar her gün biraz daha olgunlaşıyor. İncirler toprağa düşüyor usul usul. Serin ikindiler boyu sararmaya başlayan yaprakların havada usul usul uçuşunu izliyorum. Parçalı bulutlar renkten renge giriyor, biçim değiştiriyorlar durmaksızın. Bir görünüp bir kayboluyor güneş.
Bulutların geçişini izlemek, insana zamanın akışını hatırlatıyor. Hiçbir şeyin geri dönüşü olmadığını... Veda ile kavuşma arasında kopmayan bir bağ olduğunu... Ve her ânın biricik olduğunu...
Yer değiştiren bulut kümelerini izlemeye daldığım yine böyle bir anda, havada sanki ezelden beri asılı duran bir bulutla karşılaşmıştım. Hicaz’a yaklaşmak üzereydik. Uçağın inişe geçmesine az kalmıştı. Birden fark ettim; epeydir uçağın penceresinden bize eşlik etmekte olan bir bulut kütlesi vardı. Ne karaydı ne beyaz. Ne iriydi ne dağılacak kadar az. Ne yüksekti ne alçak. Bir mecaz gibiydi, sanki öylece duruyordu hep orada. Zamandan ve mekândan kurtulmuş, kendi uzayını inşa ediyordu usul usul. ‘Nebevi bulut’ diye geçirdim içimden. Işığın gölgeyle bitmeyen imtihanı.
İşte şimdi Boğaz esintisinde dağılan bulutlara bakarken Hicaz ne kadar uzaklarda diye hayıflanıyordum ki... Ansızın vazgeçtim. Hayır! Kendimizi yıkıp yapma serüvenimiz hiç kesintiye uğramıyor ki... Nebevi bulut, evet, hep üzerimizde. Kimi zaman sağanak yağdırıyor, kimi zaman nur saçıyor, bazen varla yok arası muğlâk bir biçime bürünüyor, dumansı bir surete dönüşüyor. Bir şey diyor çünkü bize. Kâinata. Bu da onun zikri. Kalem’e düşen bu zikri tercüme edebilmek, mürekkebin dilinde.
Işığın kaynağını Hicaz’dan çekeriz evet. Ama ışık huzmeleri mevsimlerimizin geçişine göre eğikleşip dikleşse bile yolumuzu yeryüzünün herhangi bir yerinde de aydınlatabiliyor hep. Medine’den bütün medeniyetlere, çölden bütün ‘dönmeyen deniz’lere, O’nun huzurundan dünyanın bütün huzur isteyenlerine yol var. Sonbahar göğündeki bulutlar kadar sayısız. Bitimsiz.
Efendimiz’in nurundan bir gül koklamış her mü’min, O’nun hakikatini paylaşma ihtiyacı duyar, duyuyor. İnsanlığın güzelleşme serüveni çoğul olmayı gerektiriyor çünkü. Fakat ışığın bulutla imtihanı gibi, bu öylesine çetrefil bir süreç ki… Konuşarak, okuyarak, öğrenerek bilmenin imkânsız olduğu bir alandasınız çünkü. Bilmeyenin öğrenince ille bilmesi diye bir şık her zaman işaretlenemiyor. Ancak nasipse... Seven bir kalp bilebiliyor.
Belki de tek yapabileceğimiz, kalbimizdeki hakikat nuruna yaklaşmaya çalışmak. Çünkü ancak bu uğraş sırasında kendimizdeki aşkın hudutlarını keşfedebilir, başkalarıyla paylaşmayı deneyebiliriz. Bana uçağın penceresinden görünen o nebevi bulut, aslında bütün bulutlar kadar. Hepsini kuşatıyor. Rüzgârla dağılan, kendine özgü biçimlere bürünen her küme, o buluttan bir duman taşıyor. Bir ruh. Külli nefes!
O bulut, Hz. Muhammed (sav) küçükken Rahip Bahira’nın onun başının üzerinde gördüğü rivayet edilen rahmet bulutudur belki aynı zamanda. "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gonderdik" ayetine mazhar olmuş ve âlemlere rahmet olarak gelmiş Efendimiz’in vesilesiyle rahmet bütün varlıkları kapsıyor çünkü.
Gelgelelim, seküler yaşam katı. Kendi dilinin dışındaki anlam perdelerini aralamak gibi bir çabayı pek caiz bulmuyor. Ateşten ekranlar karşısında yayılıp günde beş öğün yemek yiyen hazırlop kitlelere uygulanan gizli tahakküm, hakikate şahitlik etme şevkinden ziyade onların insanlıklarını uyuşturup hayata kör noktadan bakmalarını teşvik ediyor. Nedir bu gizli tahakküm? Onların içindeki insanlığı yani merhameti, diğergamlığı, vericiliği, iyiliği nefs kabartılarıyla örterek şiddeti süslü göstermek, kötülüğü meşrulaştırmak.
Cips, kola ve entrika dolu dizi film! Bunlarla insanlaşma serüvenimizi, seyr ü sülûk’umuzu gerçekleştirebilmemiz imkânsız. Peki ne oluyor? Uzaktaki ‘gerici’ toplumların sömürülmesi, işgal edilmesi, katledilmesi ve topraklarındaki zenginliklerin ele geçirilmesi gerekiyor bu dünyevi yaşamı şehvet ve iştah kıvamında tutabilmek, yaygınlaştırmak ve besleyebilmek için. Bunun adına oluşturulan gerekçelerin başında ise ‘radikal İslamcı terörist’ denilerek nefret ayarı verilen ve hedef gösterilen topluluklar geliyor.
Nitekim bugünlerin ‘küresel dünyası’ndaki en yakıcı gündem, yine, bir kez daha bu gerekçelerle meydana getirilmiş –kurgulanmış– ve Müslümanları kışkırtmak üzere oluşturulmuş ‘küfür üzre’ bir film. Ve bu filme gösterilen aşırı kitlesel tepkiler. Öyle hissediyorum ki zerre dahi gözyaşı döküyordur. Hem Efendimiz’in nurunun böyle bir zulme dahil edilme çabasına. Hem de kolayca kışkırtılan kitlelerin bu nuru söndürürcesine zulme dönüşen tepkilerine... Ama biliyorum, hakikatin nuruna kimse dokunamaz.
Başka türlü yaklaşalım o halde. Ten ile can ilişkisini kurmak için hurafelere, batıl inançlara, reyting patlatan dizi filmlere, popüler efsanelere ayırdığımız mesaiyi ‘hakikat şahitliği’ yapan ve toprağın altında dahi olsa ‘hayy’ olan nice velinin insanlıkla paylaştığı sırların izini sürmek için ayırmıyorsak... Kadavralaşmaya yüz tutuyorsa ‘ruh medeniyeti’miz... Evet, sahiden de başka türlü yaklaşmalıyız.
Genel kabule göre Allah (cc) Hz. Muhammed (sav) adına vekiller yaratmıştır. İlk vekili ve halifesi Âdem (as). Sonra insan cinsinde üreme ve çoğalma meydana gelmiş; Allah, Hz. Muhammed (sav)’in vücuduna ulaşıncaya kadar her devirde halifeler yaratmıştır. Hz. Peygamber’in bedeni ise bir güneş gibi bütün ışıkları nuruna dâhil etmiş, bütün hükümler O’nun hükmünde gizlenmiştir. Ve daha önce gizli olan ‘efendiliği’nin bu şekilde tecelli ettiği belirtilir.
Efendimiz’i bu edep ve aşk ile anmak, O’nu içimizde ve dışımızdaki sonsuzlukta bir bakıma ‘görebilmek’, O’nun ‘hayy’ ve ayette dendiği gibi aramızda olduğunu duyumsayabilmek demek. Bu idrak, yaratılışın her an devam ettiğine, her birimizin Ruh’tan bir cüzzü, Hakikat-i Muhammedî’den payımıza düşen bir nuru taşıdığımıza delalet.
Rivayete göre Allah Teala, Hz. Âdem’i yaratınca, onun alnına Hz. Peygamber’in gündüz güneş, gece ise ay gibi parlayan inci misali nurunu yerleştirmiştir. Âdem (as)’in alnındaki bu nur Havva annemize, sonra da Şit Peygambere geçmiştir. Bu şekilde intikal eden murun son halkası, Hz. Peygamber’in babası ve annesidir.
‘Hatemu’n-nebiyyîn’ olan Hz. Muhammed (sav) hem son peygamber hem de nübüvveti mühürleyen kişidir. O’nun son peygamber olarak nübüvveti mühürleyen olmasında; başlangıçların sonda ortaya çıktığı, sonların başlangıçlara eklendiği döngüsel bir nitelik vardır. Denildiğine göre “O’nun ontolojik olarak ilk, sıra olarak son peygamber olması, insanın varlık ve hakikati bakımından ilk fakat âlemdeki zuhuru bakımından son varlık olmasıyla örtüşür.” Bir bakıma hakikatiyle var olanın vücuda gelişidir O’nun kutlu doğumu... Derinlere düşen ilk çekirdek!
Efendimiz, annesinin rüyasını şöyle açıklar: “Adem (as) daha çamur halinde iken ben Allah katında “hatemu’n-nebiyyin” diye yazılmıştım. Ben, babam İbrahim (as)’in duası, İsa (as)’nın müjdesi ve annemin bana hamileyken gördüğü rüyasıyım. O rüyada annem, kendinden bir nur çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştür...”
Geylani Hazretleri, Nur ayetini yorumlarken “Peygamber’in cesedi, onun ruhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fanusu vardır. Onun, kendisine inen vahyi tebliğ etmesi, bir lambadır. Nübüvvet nuru, kalp kandilliği fanusuna yayıldığı zaman, nur üstüne nur olur” diyerek ışığını tüm zamanlara tutuyor.
“Hz. Muhammed (sav) insanlık türündeki en yetkin varlıktır, bu nedenle zuhur eylemi O’nunla başladığı gibi O’nunla biter” diyor İbn Arabî: Ve Hz. Muhammed (sav) bütün isimlerin manalarını taşıyandır. Ona Cevâmiu’l-Kelîm verilmiştir. Bu mertebenin ismi ile bütün fıtri istidat ve kabiliyetleri câmi olan “Allah”tır. “Allah’ın gölgesi” ya da “ilk gölge” de denir. Çünkü Allah’ın gölgesi insan-ı kâmildir.
Güzelliğin özünden, maddenin ilk halinden, insanlığın kemalatının ölçülerinden, kalpten kalbe geçen sırrın aşk ile paylaşılarak edep ile taşınmasından, başlangıçla sonlar arasındaki döngüsel ilişkiden, nur saçan kandilin insanların yüzünü aydınlatan ışığından bahsederek, bunları belli bir üslup ile ifade biçimlerine dönüştürerek belki O’nu tanımayanların bahçesine Allah’ın izniyle bir tohum atabiliriz. Hazreti Mevlana’nın dediği gibi toprağa girip de yeşermeyen tohum yoktur ki…
Uçağımız inişe geçtiğinde bir an nebevi bulutun içine daldığımızı hissettim. Ardından o bulutun hepimizin üzerinde bir gölgelik oluşturduğunu görür gibi oldum. Şimdi bu sonbahar ikindisinde pencereden bulutların geçişini izlerken biliyorum ki ayette buyurulduğu gibi Allah’ın Rasûlü (sav) aramızdadır. Ve “Ey peygamber! Biz seni hem bir şahit hem bir müjdeci hem bir uyarıcı olarak gönderdik” buyrulur. (33:45)
Delil isteyenlere, dünyevi kanıt peşinde koşan bilinmezcilere, Efendimiz’in hakikatini tanımak yerine ona uygunsuz özellikler atfeden ezbercilere demek isterdim ki: Küfür üzre bir film yüzünden kışkırtılmış kitlelerin neyi yıktığını göstermek yerine, sevenlerin neyi doğurduğunu gösterin insanlığa biraz da.
Sözgelimi İsa (as)’nın da vaktiyle insanlıkla paylaştığı o müjdeyi taşıyan onca müminin yüzüne bakın. Sadece bakın. Nur orada işte. Seven ve sevilen yüzlere aşk ile düşen ilk tohum misali! Başlarının üzerinde de bir tesettür gibi güzelliğin cevherini örten, onu en saf haliyle muhafaza eden ‘nebevi’ bulut. Kıyamete dek hakikate şahitlik etmekte.