Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Olağanüstü Şartlarda Olağanüstü Bir Ahlak Gerekir



Hepimiz, yaşadığımız süreçte doğal olarak sağlık konusuna odaklanmış durumdayız. Tavsiye edilen korunma yöntemleri, hastalık öncesinde, esnasında ve sonrasında yapılacaklar listeleri havada uçuşuyor. Fakat biz bu yazıda konuya bir başka yönden bakmak istiyoruz. 

Bakış açımızı dile getirmeden önce, hayata bütüncül bakmak demek olan tevhidi duruşumuzu yeniden hatırlamak ve bu duruşun gereği olarak iki soruya cevap vermek durumundayız. İlk sorumuz, insanın fiziksel sağlığının mental ve ruhsal sağlığından bağımsız olup olamayacağı ile ilgili. İkinci olarak da bir insan tekinin tüm doğal çevresinden bağımsız olarak iyi olup olamayacağını düşünmenizi istiyoruz. Yani ben -söz gelimi- ruhsal açıdan çökmüşsem fiziksel durumumu ne kadar koruyabilirim ve hava ile sudan tutalım da dünyanın diğer ucundaki insan tekine varıncaya kadar bir yerlerde bir bozulma varsa, o bozulma bana hiç ulaşmadan kendimi koruyabilir miyim?

Yaşadığımız günler, ikisinin de imkânsız olduğunu gösterdi. Kendimize bütüncül bakmamız gerektiği gibi, bir bütün olarak kendi iyiliğimiz için tüm dünyaya da “iyi bakmamız” gerekiyor. İşte bu bakış açısı, birliğe/bütünlüğe iman etmiş muvahhid bir zihnin bakış açısıdır.

Biz neyiz? Doktor muyuz, itfaiyeci miyiz, cankurtaran mıyız, yönetici miyiz, üretici miyiz, din âlimi miyiz, araştırmacı mıyız, yoksa kendi işinde gücünde sade vatandaş mıyız? Tıp hakkında ne biliyoruz? Biyoloji hakkında ne biliyoruz? Bize ulaşan bilgileri birbiriyle mukayese edip doğrusunu bulabilecek kadar ne biliyoruz?

Pekâlâ, gücü, imkânları ve etki alanı sınırlı bireyler olarak tüm dünyaya nasıl “iyi bakabiliriz”?  Yani bizim gücümüz bütün dünyaya “iyi bakmaya” yeter mi? İşte can alıcı soru burası. Çünkü genelde “ne” yapmamız gerektiğini biliriz de “nasıl” yapmamız gerektiğine gelince, orada kafamız karışır biraz.

Savaş, kıtlık, afet, salgın hastalık gibi tüm toplumu, hatta günümüzde tüm dünyayı ilgilendiren bir kriz ortaya çıktığında yapacağımız şey öncelikle toplumsal konumumuzun bilincinde olmaktır. Biz neyiz? Doktor muyuz, itfaiyeci miyiz, cankurtaran mıyız, yönetici miyiz, üretici miyiz, din âlimi miyiz, araştırmacı mıyız, yoksa kendi işinde gücünde sade vatandaş mıyız? Tıp hakkında ne biliyoruz? Biyoloji hakkında ne biliyoruz? Bize ulaşan bilgileri birbiriyle mukayese edip doğrusunu bulabilecek kadar ne biliyoruz?

Bunların hiçbirinde zerre kadar bilgisi olmayan biriysek, ilk sorumluluğumuz önümüze gelen her bilgiyi düşüncesizce her tarafa yaymamaktır. Unutmayalım ki yanlış bilgiler de virüs gibi yayılır, kontrolden çıkar ve bir bumerang gibi dönüp dolaşıp bizi vurabilir. Aslında sadece bu konuda değil, bütün bir iletişimimizi belirleyecek olan prensip Efendimiz (sav)’in şu sözünde kesin bir dille ortaya konmuştur: “Her duyduğunu anlatması kişiye yalan olarak yeter!” (Müslim, Mukaddime 5)

Herhangi bir konuda uzmanlığımız varsa, onunla ilgili bir ihtiyaç hâsıl olduğunda görmezden gelmemiz ne kadar büyük bir sorumsuzluk ise, hiçbir sağlam bilgimiz olmayan konularda konuşmak, yazmak, öneride bulunmak, yani bir şekilde insanları yanıltmak ondan daha büyük bir sorumsuzluktur. O halde, içinde bulunduğumuz durumda uzmanlar sahada çalışırken uzman olmayan biz vatandaşların yapması gereken de susmak ve söylenenleri ciddiyetle yerine getirmektir. Çünkü riayet etmediğimiz her kural, nereye varacağını tahmin bile edemeyeceğimiz bir alanda savaşın kaybedilmesi demektir. Meşhur deyişle, bir mıh bir nal, bir nal bir at, bir at bir asker, bir asker bir savaş kaybettirebilir. Bu savaştaki konumumuz bir mıh ise, sapasağlam bir mıh olmak durumundayız. Yani işin ehli olanların söylediği kurallara hiçbir kaçak yapmadan uymak.

Toplumsal sözleşme hepimizi bağlar. O sözleşmede verilmiş karar ve hükümler hakkında illa bir ayet ya da hadis olması gerekmez; açık ve kesin bir dini hükme aykırı olmaması yeter. Peygamber Efendimizin hayatında örneğini defalarca gördüğümüz şura prensibi bu demektir.

Konuya dini sorumluluk açısından bakacak olursak, bölünmüş zihinlerimizin dini sorumluluk alanlarını sadece ibadet ve belli sosyal konulardan ibaret sanmasına karşılık, içinde yaşadığımız toplumun dini ilkelerle çatışmayan kurallarına uymanın da dini bir zorunluluk olduğunu görmek durumundayız. Örneğin, trafik kurallarına uymadığımız ve bu nedenle bir zarara sebebiyet verdiğimizde, bu durum ahirette bir sorgu konusu olacaktır. Veya bir sitede oturuyorsak orada yaşamanın kurallarına uymaktan hesap vereceğimizi de bilmemiz gerekir. Çünkü biz, içinde yaşadığımız toplumda ancak bir toplumsal sözleşmeyle düzen ve barış içinde yaşayabiliriz. O toplumsal sözleşme hepimizi bağlar. O sözleşmede verilmiş karar ve hükümler hakkında illa bir ayet ya da hadis olması gerekmez; açık ve kesin bir dini hükme aykırı olmaması yeter. Peygamber Efendimizin hayatında örneğini defalarca gördüğümüz şura prensibi bu demektir. Özellikle Uhud Savaşı öncesi şuranın işleyişini tekrar hatırlayacak olursak, Efendimiz (sav)’in stratejik olarak yanlış bulduğu bir konuda bile şuranın kararını sonuna kadar titizlikle uyguladığını görürüz.

Bu veriyi bugün yaşadığımız soruna uyarlamak, hepimizin dindarlığı belli ritüeller içine hapsedip etmediğine kalıyor. Dindarlık, yeri geldiğinde yönetime itaattir. Efendimiz (sav)’in bu konudaki buyruğu son derece açıktır: “Bir Müslümanın, günah işlemesinin emredilmesi hariç, hoşuna gitsin gitmesin her konuda yöneticisini dinleyip itaat etmesi şarttır. Günah işlemesi emredildiği zaman ise dinleyip itaat etmez.” (Buhari, Ahkâm, 4; Müslim, İmare, 38) Yönetici ve yönetimle ilişkiler konusu hadis ve fıkıh kitaplarında oldukça geniş bir yer işgal eder. Biz burada bir hadis-i şerif daha aktarmakla yetinelim. Efendimiz (sav)’e halkını pek de hukuka uygun yönetmeyen bir yönetici konusunda nasıl davranmak gerektiği soruldu. Şöyle buyurdu: “Onların sözünü dinleyip kendilerine itaat edin. Onlar yapmaları gerekenden, siz de yapmanız gerekenden sorumlusunuz.” (Müslim, İmare, 49-50)

İslam dininin kurallarındaki hikmetleri açıklarken ulema bütün hükümlerin aslında beş değerli şeyi korumaya yönelik olduğunu söyler. Beş mukaddes olarak bilinen bu değerli şeyler inanç, hayat, akıl, nesep ve maldır. Eğer bu yaşadığımız zorluğu aşmaya çalışırken sağlıklı düşünmez, sağlıklı davranmaz ve inancımızdan güç alarak doğru olanı yapmakta sebat etmezsek bu beş mukaddesin de zarar göreceği aşikârdır. Şimdi yukarıda sorduğumuz “nasıl” sorusuna tekrar dönebiliriz. Dünyamıza “iyi bakmayı” nasıl başarabiliriz? Bu önemli sorunun cevabı herkese göre değişir. Kendi cevabımızı bulabilmek için önce kendimizi, konumumuzu ve bunlardan doğan sorumluluklarımızı çok iyi idrak etmek sonra da bunun gereğini titizlikle yerine getirmek gerekir. O halde şimdi yapılması gereken dürtüleri ile değil, aklı, bilgisi ve inancı ile hareket eden bir Müslüman insan olarak işin ehli olanların bize söylediklerini harfiyen yerine getirmek, kimseye zarar vermeden, kimsenin hakkına girmeden bu süreçten hayır kazanmış olarak çıkabilmektir.