Öncü Olmak... Ama Neyde?

18 Ağustos 2012

İnsan hayatı yolculuktan ibaret. Rotası kişinin niyetine, kesbettiklerine göre belirlenen bir yolculuk. Selamete/güvenlik ve esenliğe ulaşmaksa maksat, yolun Kur’ân ve Sünnet’ten geçmesi şart. İşaret levhasında Kur’ân ve Sünnet’in olmadığı yollar ise çıkmaz sokak olmaya mahkûm. İşte size yolculuğunuza farklı boyut katan bir levha…  

Bu yolculukta herkes, taşıdığı azığın elverdiği ölçüde yaklaşabiliyor menziline. Azıklar sabır değirmeninde öğütülen unla karılmadıkça çabucak tükeniveriyor. Yolda kalmak kaçınılmaz oluyor bu durumda.

Yol direncimizi ölçebileceğimiz parametreler karşımıza çıkıveriyor bir bir. Biz engelleri tek nefeste aşabileceğimizi sanırken beklemediğimiz alandan bir kapı aralanıyor: İnsanlarla ilişkiler. Burada başlıyor işte ümmetin hayırlıları diye tavsif edilen “ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilenler/iyi geçinen, iyi geçinilenler” kervanına katılma imtihanı. Misyonu, gönüller arasındaki köprüleri yıkmak değil kurmak olan müminleri bekleyen imtihan bu.  

Yıkmanın kolay, yapmanın ve yapılanı korumanın zor olduğunu bilmeyen yoktur. Dostluk ve kardeşlik tezgahında vefa, hoş görü, tevazu, bağışlayıcılık, kusurlara değil güzelliklere odaklanma desenlerini ilmek ilmek dokuyabilmeli mü’min. Gurur ve acelecilik, haset ve önyargılar, bencillik ve merhametsizlik bilgeliğe götüren yolun en büyük handikapı.


En yakınımızdakilerden en uzağımızdakilere; dargınlıklarımızın hiç bir geçerli bahanesi yok aslında. Her dargınlık içimizde bir yerlerde temizlenmemiş karanlık noktalar olduğunu akla getiriyor. 

En yakınımızdakilerden en uzağımızdakilere; dargınlıklarımızın hiç bir geçerli bahanesi yok aslında. Her dargınlık içimizde bir yerlerde temizlenmemiş karanlık noktalar olduğunu akla getiriyor. İnsanız malum, kırılganız. Üstelik dargınlıklarımızın birçoğunun sebebi de şahsi alınganlıklarımız. Mal mülk edinme hırsı, makam menfaat düşkünlüğü, putlaştırdığımız itibarlarımız da buna eklenebilir. Darılmak için bunca kolay sebep bulabilen bizler Hz. Peygamber örneği ve önderliğinde selamlaşma ve bayramlaşmayı da barışma vesilesi kılamaz mıyız? Kendisi “selam” olanın kullarına da bu yakışmaz mı? Dualarımızı süsleyen dünya ve ahret selameti için egolarımız alt edecek adımları atamaz mıyız?

Aslında, fıtrat dini olan İslam, sadme anındaki ilk şoku atlatabilmemiz için insaflıca bir süre tanımış bize: Üç gün. Üç günü aşan dargınlıklar kişilere haram kılınmışken omuzlarına “ıslah” sorumluluğu yüklenmiş “Müslüman toplum” da uyarılır:Kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 10) Adaletten ayrılmadan, ferdin ve toplumun, halin ve istikbalin selameti adına... Hastaya değil hastalığa düşman olup izalesi için çalışan doktor misali bu sosyal kangrene müdahil olabilecek dostlara ne de çok ihtiyacımız var. İnsanı değil hatayı dışlayan dostlara. Birbirine gerçekten ayna olabilen dostlara.

Kan bağını aşan bir zaviyeden kardeş kılındığımız için belki de hüzün verir, ciğer yakar dargınlıklar, kavgalar. Yanacak ciğeri bile olmayanlar beslenir kan emiciler gibi bundan. Domino etkisiyle nesil be nesil etkileniriz kırgınlığın, dargınlığın, küskünlüğün ve kindarlığın meşum dalgasından. Böylece sorun çözmenin ilk ve belki de tek yolunun bunlar olduğunu öğreniriz büyüklerimizden. Yumuşaklıkta olan kuvvetin sertlikte olmadığını, erdemin, faziletin affedebilmek olduğunu öğretmeyi sadece kitaplara, masallara bırakırız. Oysa Hz. Peygamber değil miydi Mekke fethedildiğinde “Ey Mekkeliler bugün beni kerim bir kardeş olarak göreceksiniz” diye korkudan sinmiş yürekleri teskin eden. Böylelikle bir kez daha göstermemiş miydi büyüklüğün gerçek anlamını o şaşkın Mekkelilere? Sahi, bizim dargın olduğumuz insanlar Mekkelilerin Hz. Peygamber’e yahut da kardeşlerinin Yusuf (as)’a yaptıklarından daha büyük şeyler mi yapmıştı? Mekke fethedildiğinde bayram sevinci yaşayan sahabeyle belki bu bayram kendimizi aşarak, hoş görü ve affediciliğin büyüklüğüne yaslanarak duygudaş olabiliriz, ne dersiniz?