19 Kasım 2012

Sevilen nice insan gelip geçmiştir şu dünyadan. Ama Rasûl-i Kibriya (sav)'ya duyulan sevginin bir benzeri ne görülmüş ne de duyulmuştur. Özellikle ashab-ı kiram arasında bu emsalsiz sevgiyi engin gönüllerinde besleyip geliştiren nice büyük insan vardır. Onlar birer sevgi sıradağıdır. Bu sıradağların başında Hz. Ebû Bekir gelir.

Onun yeni Müslüman olduğu günlerdeydi. Kureyşliler İslam adını daha yeni yeni duyuyor, rahatlarını kaçırdığı için Rasûl-i Ekrem (sav)'e çok kızıyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Müslüman olmanın derin hazzını diğer insanların da tatmasını arzu ettiği için onları İslamiyet’e davet etti. Kureyşliler onun gibi sessiz ve sakin bir insandan böyle bir şey beklemiyorlardı. Atalarının dinini bırakmasını, putları küçümsemesini, bir Yetim'in peşine düşüp rahatlarını kaçırmasını affedemiyorlardı. Müthiş bir öfkeye kapıldılar ve onu öyle bir dövdüler ki yüzü, gözü birbirine karıştı. Haberi duyup gelen yakınları öldüğünü zannederek onu bir yaygıya koyup götürdüler. Ancak akşama doğru gözünü açabilen bu Peygamber aşığı:

"Rasûlullah’a ne oldu?" diye sordu. Akrabaları Hz. Peygamber'e zaten çok kızıyorlardı. "Bırak şunu!" diye ona çıkıştılar. Hz. Ebu Bekir ısrarla soruyordu: "Ona ne oldu, söyleyin?"

Baktılar ki kendisini teskin etmek mümkün değil; yürümeye de mecali yok; onu sırtlarına alıp Rasûl-i Ekrem (sav)'in yanına götürdüler. İki sevgili birbirini görünce, gözyaşlarıyla kucaklaştılar. Nebiyyi Muhterem'i sağ salim gören Hz. Ebû Bekir, O'nun gül yüzüne derin bir sevgiyle bakarak bütün ıstıraplarını unuttu. Hayatını, maddi manevi bütün varlığını O'nun yoluna ve aziz davasına vakfetti.

Gözleriniz Kımıldayıp Dururken

Ölmek üzereyken bile Rasûl-i Kibriya (sav)'yı düşünen; O'nun yaşamasını, davasını muzaffer kılmasını arzu eden Hak âşıkları vardır. Akabe gecesi Fahr-i Kâinat’a biat edenlerden ve Ensar-ı Kiram'ın temsilcilerinden olan Sa'd ibni Rebi bunlardan biridir. Rasûl-i Ekrem (sav) tarafından Abdurrahman ibni Avf'la kardeş ilan edildiği için, ona malının yarısını vermek için ısrar eden ve iki hanımından birini boşayarak onunla evlenmesini isteyen ve böylece tarihte emsali görülmemiş bir fedakârlığı sergileyen de odur. Uhud Savaşı bitmiş, düşmanlar çekip gitmişti. Nice Rasûlullah (sav) âşığı onu korumak için can vermişti. Bir ara Rasûl-i Ekrem (sav) Sa'd ibni Rebi'i etrafında görmeyince:

"Biriniz Sa'd'dan haber getirsin. Şehidler arasında mı, gaziler arasında mı, bir baksın. Biraz önce onu şu tarafta çarpışırken görmüştüm" buyurarak vadinin bir köşesini gösterdi.

Sahabelerden Zeyd ibni Sabit, Rasûl-i Muhterem (sav)'in işaret buyurduğu tarafa doğru koşarak gitti. Şehidler vadiye serilmişti. Sa'd ibni Rebi'i göremeyince bağırmaya başladı: "Neredesin Sa'd? Beni sana Rasûlullah gönderdi!"

Fahr-i Kainat'a, "Seni canımdan da çok seviyorum, ya Rasûlallah!" diyen Hz. Ömer'in muhabbet dolu sesi, o gün bugündür Rasûlullah âşıklarının sermayesi olmuş ve sevginin bu canlı ifadesi, aşk denizine dalarken onlara cesaret vermiştir. Rasûlullah muhabbetiyle parıldayan gönüller, aşkın ve sevdanın eşsiz numunelerini ashab-ı kiramda görmüşler ve sevmeyi onlardan öğrenmişlerdir.

"Ben artık ölüler arasındayım!" diye bir ses duydu. O tarafa doğru koştu. Sa’d ölmek üzereydi. Derin derin nefes alıyordu. Vücudunda yetmiş tane yara vardı. Onu asıl perişan eden göğsünden girip sırtından çıkan ok olmuştu. Peygamber-i Zişan'ın kendisini arayıp sormasına sevinmişti. Rasûlullah (sav)'a selam gönderdikten sonra kavmine şu sözleri iletmesini istedi:

"Allah'tan korkunuz, Allah'tan! Akabe gecesi Rasûlullah’a verdiğiniz O'nu koruma vaadini hatırlayınız! Vallahi, gözleriniz kımıldayıp dururken Rasûl-i Kibriya'yı düşmanlarından korumaz da O'nun başına bir felaket gelmesine meydan verirseniz, Allah'ın huzurunda ileriye sürebileceğiniz hiçbir mazeretiniz olamaz." Sad bu sözleri söyledikten sonra ruhunu teslim etti.

Uhud savaşı, Rasûlullah (sav) âşıklarının O'nun etrafında vücutlarını siper ettikleri, O'nun uğrunda ölmeyi şeref bir savaştır. Fahr-i Kainat'a, "Seni canımdan da çok seviyorum, ya Rasûlallah!" diyen Hz. Ömer'in muhabbet dolu sesi, o gün bugündür Rasûlullah (sav) âşıklarının sermayesi olmuş ve sevginin bu canlı ifadesi, aşk denizine dalarken onlara cesaret vermiştir. Rasûlullah 8sav) muhabbetiyle parıldayan gönüller, aşkın ve sevdanın eşsiz numunelerini ashab-ı kiramda görmüşler ve sevmeyi onlardan öğrenmişlerdir.

Emret, Ya Rasûlallah!

 Âşıklar kervanının kutup yıldızlarından biri de Talha bin Berâ adlı genç sahabidir. Nebiyyi Muhterem (sav) Medine'yi teşrif ettikleri zaman Talha bin Berâ çocuk denecek yaştaydı. Kâinatın Efendisi'ni görmeden âşık olmuştu. Rasûl-i Ekrem (sav)'i görür görmez eline kapandı; ayaklarını öpmeye başladı.  

"Emret, ya Rasûlallah!" diyordu. "Sana asla karşı gelmem; ne istersen emret!" Böyle bir yavrunun, akıllara durgunluk verircesine bir bağlılık arz etmesi Rasûl-i Kibriya (sav)'nın çok hoşuna gitti. Mübarek inci dişleri, memnuniyetini gösteriyordu. Sevdiklerine zaman zaman yaptığı şakalardan birini, bu sevginin derecesini öğrenmek maksadıyla Talha'ya yöneltti:

"Madem her isteğimi yapacaksın, öyleyse git babanı öldür” dedi.

Talha:

"Baş üstüne" diye fırlarken Rasûl-i Ekrem (sav) onun gitmesine engel oldu:

"Ben akrabalarla ilgiyi kesmek için gönderilmedim" buyurdu. (Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, III, 37; IX. 365–66) Bu, emsali görülmemiş aşkın sahibi bir kış günü hastalandı. Haberi duyan Nebiyyi Muhterem (sav) Talha'nın ziyaretine gitti. Onun Rabbine kavuşmak üzere olduğunu görünce üzüldü. Dönüp giderken yakınlarına dedi ki "Talha dünyaya veda edecek gibi. Şayet ona bir şey olursa, bana haber verin de cenaze namazını kıldırayım. Elinizi çabuk tutun. Bir Müslümanın cesedinin ailesi yanında kalması doğru değildir."(Ebu Davud, Cenâiz, 33)

Öte yandan Talha da vefat edeceğini anlamıştı. Ailesine dedi ki "Öldüğüm zaman beni bir an önce gömerek Rabbime kavuşturun. Rasûlullah (sav)'a da öldüğümü haber vermeyin. Böyle bir havada, gece yarısı benim için rahatsız olmasın. Ona yılanların yahut Yahudilerin bir fenalık yapmasından korkarım. Kendisine selamımı söyleyin; Allah'tan benim için af dilesin." Talha'yı gece defnettiler. Olup biteni Rasûl-i Ekrem (sav)’e sabah namazından sonra haber verdiler. Rasûl-i Kibriya (aleyhi ekmelü't-tehaya) Efendimiz, Talha'nın kabrine gitti. Ashab-ı Kiram saf bağladılar. Efendimiz mübarek ellerini kaldırarak: "Allah’ım! Talha'dan hoşnut ol ve onu senden hoşnut et" diye dua etti.

Talha İbni Berâ gibi bir sevgi dağının Rasûl-i Kibriya (sav)'ya böylesine bağlı oluşu elbette bizi şaşırtmıyor. Huveyyisa adlı sahabe, Müslüman olmadan önce böylesi bir sevgi ve bağlılığa şaşıp kalmıştı. Küçük kardeşi Muhayyisa kendinden önce Müslüman olmuş ve kanı Rasûl-i Ekrem (sav) tarafından heder edilen İbn Süneyne adlı bir Yahudi tacirini öldürmüştü. Bunu haber alan Huveyyisa, kardeşini dövmeye başladı. Bir yandan da: "Bunu nasıl yaparsın? Karnındaki yağların çoğu onun malından hâsıl olmuştur!" diye çıkışıyordu. O zaman Muhayyisa yavaşça doğruldu:

"Beni bunun için mi dövüyorsun? Onu öldürmeyi bana emreden öyle bir kimsedir ki, şayet seni öldürmemi emretse, çekinmeden boynunu vururum" dedi.

Huveyyisa dondu kaldı: "Hayret, bu ne biçim din!" diye söylendi. Sonra da vakit kaybetmeden Rasûlullah (sav)'ın huzuruna gidip Müslüman oldu.

Ashab-ı kiram, aşkta, bağlılıkta ve samimiyette tarihin bir benzerini daha göremediği eşsiz insanlardır. Bu vasıfları ve daha nice güzel taraflarıyla onlar, ümmet-i Muhammed'in nümûne-i imtisali, en güzel modeli olmaya devam edeceklerdir.

Sahabe Efendilerimiz, Rasûl-i Ekrem (sav)'i her zaman görme imkânına sahip oldukları halde O'na duydukları derin sevgi sebebiyle, O'na ait bir şeye sahip olabilme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı.

"Allah'tan korkunuz, Allah'tan! Akabe gecesi Rasûlullah’a verdiğiniz O'nu koruma vaadini hatırlayınız! Vallahi, gözleriniz kımıldayıp dururken Rasûl-i Kibriya'yı düşmanlarından korumaz da O'nun başına bir felaket gelmesine meydan verirseniz, Allah'ın huzurunda ileriye sürebileceğiniz hiçbir mazeretiniz olamaz."

Onun Hırkasıyla Örtünmek

Peygamber Efendimiz'in amcası Zübeyr'in kızı Ümmü'l-Hakem, diğer sahabeler gibi, Fahr-i Cihan Efendimiz'in bir eşyasına sahip olmak, ona dokunmak, onu hep yanında bulundurmak istiyordu. Bir gün Efendimiz'in, Ümmü Seleme validemizin evine doğru gittiğini gördü. Küçük yavrusu Abdullah ibni Rebia'nın kulağına bir şeyler fısıldadı. Abdullah koşarak Rasûl-i Ekrem (sav)'in arkasından yetişti ve mübarek sırtındaki hırkasını çekip almak istedi. Server-i Enbiya geri dönüp de arkasında bir çocuğu görünce: "Sen kimsin bakayım?" diye sordu. "Ben Ümmü'l-Hakem'in oğluyum." "Peki, hırkamı niye çektin yavrum?" "Annem öyle istedi. Hırkanı alıp kendine götürmemi söyledi." Rasûl-i Ekrem (sav) hırkasını çıkarıp Abdullah'a uzatırken buyurdu ki “Al bunu, annene götür. Hırkayı ikiye bölsün. Yarısını kız kardeşi Duba'a'ya versin, öteki yarısıyla da kendisi örtünsün."

Bütün sahabeler şunu kesin olarak biliyordu ki Allah'ın Sevgili Elçisi, kendisinden istenen herhangi bir şeyi esirgemeden verirdi. Hatta istenen şeye sahip değilse, onu temin edip vermek üzere söz verirdi.

Rasûl-i Kibriya (sav)'nın mübarek vücuduna değen her şeye Ashab-ı Kiram derin bir hasretle bakar, onu elde etmeye çalışırlardı. Çoğu zaman bu bir giyecek değil, bir saç teli, bir tırnak parçası olurdu. Bugün bazı bahtiyar camilerimizin en kıymetli hazinesi onun bir saç teli değil midir? Bu hazineye sahip olmayan camiler, bahtiyar kardeşlerine kim bilir nasıl bir gıpta ve hayranlıkla bakıyordur!

Hulefa-yı Raşidin'in beşincisi olarak bilinen büyük insan Ömer ibni Abdülaziz, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sav)'in mübarek tırnaklarından birkaçını elde etmişti. Zaman zaman bu en büyük hazinesini derin bir hasret ve hayranlıkla açıp seyreder, sonra da büyük bir ihtimamla kaldırıp saklardı. Yakınlarına bu hazineyle ilgili vasiyette bulunarak:

"Efendimin bu mübarek tırnaklarını, öldüğüm zaman kefenimin içine koyun!" demişti. Rasûlullah (sav) abdest aldığı zaman Ashab-ı Kiram, O'nun nur vücudunu yalayan su damlacıklarına sahip olmak için yanıp tutuşurlardı. Hatta bazen bu konuda birbirleriyle yarıştıkları ve işi "sen alacaktın, ben alacaktım" diye çekişmeye kadar götürdükleri olurdu.

O'nun Tabağıyla Zemzem İçmek

Firâs adlı bir sahabe vardı. O da Peygamber Efendimiz'e ait bir eşyaya sahip olmak istiyordu. Bir gün Rasûl-i Ekrem (sav)'in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü. Ve tabağı kendine hediye etmesini istedi. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Rasûlullah (sav) da tabağı ona hediye etti. Hz. Ömer zaman zaman Firas'ın evine gider, "Hele şu tabağı bir getirin' derdi. Habibullah Efendimiz'in mübarek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi. Bu âşık babanın oğlu Abdullah ibni Ömer de Peygamberler Sultanı'na bir başka meftundu. Rasûlullah (sav)’a duyduğu derin hasretle O'nun gittiği yollarda yürür, O'nun oturduğu yerlerde oturur, O'nun altında dinlendiği ağaçları kurumasın diye sulardı.

Bu aşk, bu hasret; bu aşk ve hasretin hikâyesi, asırlar boyu onun âşık ümmetini avutup teselli eden tatlı birer nağme oldu. O'nu sevebilmek, O'nun aşk ve hasretiyle gözyaşı dökebilmek, O'nu bir defacık olsun rüyada görebilmek bu âşıkları bahtiyar etmeye yetti. Ne mutlu O'nu sevenlere, O'nu sevenleri sevenlere…