II. O'nun Adaleti
O, kendisine yönelik eleştirel sözler, davranışlar ve işlerde sabırlıydı ve affediciydi. Ama ilahî yasaları uygulamada, kendisine intikal ettirilen ihtilaflarda son derece âdil bir hâkimdi. Zengin fakir ayırmazdı. Güçlülere ayrıcalık tanımazdı. Kayırıcı aracılık yapılmasına öfke duyardı. Dost düşman tefriki yapmazdı. Tarihi toplulukları çöküntüye uğratan uygulamaların zulüm uygulamaları olduğunu hatırlatırdı.
Onu böylesine âdil kılan Kur’ân’dı. Çünkü Kur’ân adalete vurgu yapıyordu. Adaletin gerçek kullukla olan bağlantısını dile getiriyordu. Şu veya bu haklı sebeple duyulacak derin öfkenin bile adaletsizliğe sebep kılınmamasını emrediyordu. Şu örneklere bakabiliriz:
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendi canlarınız, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Haklarında şahitlik ettikleriniz zengin de fakir de olsalar siz adaletten ve adil şahitlikten sapmayın. Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Duygularınıza kapılıp adaletten ayrılmayın. Eğer, sözü eğip bükerek gerçeği saptırır veya şahitlik etmekten kaçınırsanız Allah’ın yaptıklarınızdan haberdar dar olduğunu biliniz.” (Nisa 135)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz nefret/kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Adaletli olun; çünkü adalet tam anlamıyla gerçek kulluktur. Allah'ın adaleti emreden ve zulümden kaçınılmasını içeren buyruklarına aykırılıktan sakının. Çünkü Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Mâide 8)
Rabbimizin bu Kur’ânî buyruklarıdır ki Peygamberimizi adil kılıyordu.
III. O'nun Barış Severliği
Allah şanını artırsın O, Peygamberliği dönemi öncesinde saygındı. Güvenilir olarak tanınıyordu. Peygamberlik dönemiyle birlikte alaya alındı. Tehdit edildi. Suikastlara uğratıldı. Kendisine ve peygamberliğine inananlara işkenceler edildi. Hicrete mecbur bırakıldı. Medine’de kurduğu toplumsal yapıya da savaş açıldı. Düşman saldırıları sonucu gerçekleşen Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını yaşadı.
Ama O, daima barışa yöneldi, barışı önceledi, sahabilerinin yer yer karşı çıkmalarına ve savaş istemelerine karşın barışta sabır gösterdi. Çünkü Kur’ân onu barışa yöneltiyordu. Barış Onun için ilahî görevdi; ibadetti. Bakınız Kur’ân’ımızda ne buyruluyor:
“(Ey Peygamber!) İnkârcıların karşıtlığını önemseme ve size barışı öneririm, de. Yakında gerçekleri bilecekler! (Zuhruf 89)
“Ey iman edenler! Hep birden barışa yönelin. Sakın şeytanın (savaşa kışkırtıcı) adımlarını izlemeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır. Size (barışın öncelenmesine ilişkin) apaçık deliller geldikten sonra, eğer barıştan saparsanız, şunu iyi bilin ki Allah karşı konulamaz güç sahibidir ve neylerse güzel eyleyendir.” (Bakara 208–9)
“Eğer düşmanlar barışa yanaşırlarsa sen de barışa yanaş ve Allah’a dayan, çünkü O işitendir, bilendir. Eğer seni aldatmak isterlerse, (varsın istesinler) Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyecektir.” (Enfâl 61–2)
Peygamberimizi barış elçisi yapan işte bu Kur’ânî ilkelerdi.
IV. O'nun Savaşçılığı
-Allah bağlılarını artırsın- Peygamberimiz karakter olarak savaşçı değildi. O, barış insanıydı. . Ama inkârcılar hayat hakkı tanımıyordu. Tek taraflı barışseverlik yetmiyordu. Düşman Hicret yurdu Medine’ye kadar geliyor, yok etmek istiyordu. Zalimleri de durdurmak gerekiyordu. Zalim şiddete adil şiddetle cevap verilmeliydi. Ama savaş ilkeli olmalıydı. Emperyalist emellerle veya ırk egemenliği için savaş yapılamazdı. Savaşın amacı yok etmek değil, yaşatmak olmalıydı.
Evrensel kılınan bir Peygamber olarak mütecavizleri durdurmanın örneğini de vermesi gerekiyordu Değinilen sebeplerle savaş bir hayat gerçeği olduğu için Rabbimiz Ona “Allah yolunda savaşma” ve “Müminleri de savaşa yüreklendirme.” (Nisa 84; Enfal 65) Görevini verdi. Böylece savaşa yönlendirildiği için biz onu savaş meydanlarında ve sahâbilerinin önünde korkusuzca savaşan bir kumandan olarak görüyoruz. Mütecavizlere karşı Ona ve bağlıları olan müminlere verilen savaş emirleri şöylece de pekiştiriliyordu:
“Ey Peygamber! Hakkı inkâr edenlerle ve münafıklarla yılmadan savaş ve onlara karşı kararlı ve ödünsüz davran. Onların varacakları yer cehennemdir; Cehennem ne kötü bir duraktır.” (Tevbe 73)
“(Ey Müminler!)Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın ha (çocukları ve kadınları öldürmek veya esirleri köleleştirmek ve odalık kılmak gibi) aşırılıklara gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.” (Bakara 190)
Merhamet çağlayanı olan Peygamberimizi adalet savaşçısı kılan ve ona “Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” (El-Câmiüs-Sağîr “Ene Resûl…” ) dedirten Rabbimizin bu konudaki örnekleri sunulan Kur’ânî emirleriydi.
V. O'nun Sorumluluğu
O peygamberdi, ama kuldu, kulca yaşamakla yükümlüydü. Kur’ân’ın buyrukları O’nu da bağlıyordu. O da üstlendiği peygamberlik görevinden ve tebliğ ettiği yasaları yaşamaktan sorumluydu. Bunun içindir ki tebliğ ettiği görevleri önce kendisi yapıyordu. Mesela namaz kılın diyor, kendisi ilaveten gece namazına kalkıyordu. Sabır gösterilmesin istiyor, sabırda zirveleşiyordu. Tevazuu emrediyor, kendisi de sadelik içinde yaşıyordu. Savaşa çağırdığında kılıcını kuşanıyordu. Çirkinlikleri yermekle yetinmiyor, güzellikleri örneklendiriyordu.
Hulasa O, yaşayarak yaşatıyordu. Çünkü Kur’ân sorgulanacağını bildiriyordu:
“Bildirdiğin Hak ölçülere dönüş yaparak seninle bir arada bulunanlarla birlikte sana indirilen kurallar çizgisinde emrolunduğun gibi dosdoğru yaşa. Sen ve berberindekiler emrolunduğunuz çizgiyi sakın ha aşmayın. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarını görücüdür.” (Hûd 112)
“Elbette Biz kendilerine peygamber gönderilen toplulukları da, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz!” (Arâf 6)
“Eğer Peygamber bizim adımıza bazı (haram kılıcı ve görev yükleyici hükümler içeren) sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparır( hayatını sonlandırır)dık. Hiçbiriniz de buna mâni olamazdınız.” (Hakka 44–47)
Peygamberimiz Kur’ân’ın açıklanan ayetler ve benzerleri ile belirlediği sorumluluğu ruhunun derinliklerinde duyduğu için ümmeti ile buluştuğu Veda Hacc’ında sunduğu Arafat hitabesinin sonunda müminlere şöyle buyurur:
Rabbiniz tarafından benimle ilgili olarak da sorgulanacaksınız. Ne söyleyeceğinizi bilmek isterim.
Onun bu sözlerine muhatap insanlar şöyle derler: Sana Rabbinden indirilen Kur’ân ayetlerini tebliğ ettiğine, görevini yaptığına, bize yürekten öğütler verdiğine şahitlik ederiz.
Aldığı bu cevap üzerine şehadet parmağını göğe doğru yükseltip, insanlara doğru çevirerek şöyle yakarır: “Şâhid ol Allâh’ım! Şâhid ol Rabbim! Şâhid ol Mevlam!”
(Peygamberimizin Veda haclarında Arafat ve Mina’da yaptığı konuşmalar için Bak: İbn Hişam es-Sîretün- Nebeviyye Haccetül Veda 4/248; Kâmil Miras, Tecridi Sarîh Heccetül-Veda 10/422… Müslim Hac 19; Ebu Davûd Hn.1905; Tirmizî Hn.3087; İbn Mace Hn.3055; Müsned 5/251.)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz nefret/kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Adaletli olun; çünkü adalet tam anlamıyla gerçek kulluktur. Allah'ın adaleti emreden ve zulümden kaçınılmasını içeren buyruklarına aykırılıktan sakının. Çünkü Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Mâide 8)
VI. Güzelliğe Sevdası
Çevresel estetikten yoksun şartlarda doğup büyüyen ve yetişkin olan Sevgili Peygamberimizi güzele ve güzelliklere sevdalı bir yüce şahsiyet olarak görüyoruz. O, “Allah güzeldir güzelliği sever” (Muhtasar S. Müslim, Hn.54) buyurarak güzelliği hayatın merkezine oturtuyordu. “Allah bütün sözler, davranışlar ve işlerin güzelleştirilmesini görevleştirdi” (Muhtasar S. Müslim, Hn.1249) buyurarak da güzelliğe yönlendiriyordu. Üstelik güzelliği meşru savaştaki öldürmeye ve kurban kesimine kadar hayatın tüm alanlarına kadar yaygınlaştırıyor ve amaç gösteriyordu. Hayatı boyunca en çok yaptığı dua ile de Rabbinden daima güzellik istiyordu:
“Rabbimiz! Bize dünya hayatında güzellikler ver. Ahiret hayatında güzelliklere erdir ve bizi ateş azabından koru.” (Bakara, 201)
O’nun giyim, söz, davranış, iş ve ilişki güzelliğine yönlendirici pek çok öğütlerine muhatabız. Bunun sebebi Kur’ân’dı. Kur’ân’ın getirdiği ölçülerdi. Allah’ı en güzel vasıfların sahibi olarak niteleyen Kur’ân, O’nun gökleri ve yeri güzel şekilde yarattığını açıklıyordu. (A’âf 180,Kehf 7; Kâf 6) Rabbimizin insanları en güzel biçimde ve hangilerinin en güzel içerikte ameller yapacağını denemek için halk ettiğini bildiriyordu.(Mülk 2) Kur’ân, Allah’ın kitabı olarak kendisini sözlerin en güzeli olarak niteliyor, yasaları en güzel olanın Allah olduğunu duyuruyordu. (Zümer 23; Mâide 50) Kur’ân Allah’ın rızasına erdirecek işlere Hasene/güzellik adını veriyordu (Neml 89) ve Cenneti de güzellikler yurdu olarak da şöylece tanıtıyordu:
“Rabbinin emirleri ve yasaklarına uyarak hayatını güzelleştirenlere güzellikler yurdu el olarak el-Hüsna/ Cennet vardır…” (Yunus, 26)
Bu bölümü Peygamberimizi de güzelliğe yönlendirmiş ayetlerle taçlandıralım:
“Ey Peygamber! Sen kullarıma en güzel şekilde konuşmalarını söyle!” (İsra 53)
“…Rabbiniz tarafından size indirilmiş olan kuralların en güzellerine uyun.” (Zümer 55)
“Kötülüğü, en güzel yol ve yöntemle savmaya çalış…” (Müminûn 96)
“Allah yolunda harcayın, kendi elinizle kendinizi mahvetmeyin ve güzel işler yapmaya çalışın Gerçekten Allah güzel işler yapanları sever.” (Bakara 195)
“Zulümden kaçındıkları sürece geçmiş vahyin mensupları ile en güzel şekilde tartışın …” (Ankebût 46)
VII. O'nun İnsan Onuruna Saygısı
O’nun yukarıda sayılan özelliklerini insana saygısı olarak değerlendirebiliriz. Ama daha özel bir pencereden de bakabiliriz.
O’nun için insanlık onuru (ırzı) korunması, uğrunca can verilmesi gereken bir yücelikti, şehitliğe erdirecek bir erdemdi. (Tirmizî Diyat 21) İnsan insandı. O’nun için zengin fakir, engelli engelsiz ayırımı yoktu. Peygamberliği dönemi öncesinden İslam toplumuna intikal etmiş biçare köleleri ve cariyeleri etkili hürlerden ayırmazdı. O’nun nazarında erdemli siyahlar, beyazlardan da üstündü. Çocuklara selam vermesi ve beslediği kuşu ölen Umeyr örneğinde olduğu gibi onlara teselli ziyaretinde bulunması, insana saygısı sebebiyleydi. Abdullah İbn Ümmü Mektum gibi engellileri Medine yönetiminde kendi vekili olarak görevlendirmesi, Muza bin Cebel ve Üsame bin Zeyd gibi yirmi yaş gençlerini vali ve ordu komutanı tayin etmesi hep insana saygısının gereğiydi.
Sevgili Peygamberimiz, yalnızca kendisine inananların değil, bir peygamber olarak yaptığı çağrılara karşı direnen ve kendi inanç dünyasında ısrar gösteren, vahye inanmayan müşrikleri ve hak çizgiden sapmış Ehl-i Kitap olanları dahil bütün insanların insanlık onurlarına saygılıydı. İnsana insan olduğu için değer veriyordu. Yaratılanı yaratandan ötürü baş tacı ediniyordu. Mesela, huzuruna getirilen pîri-fâni müşrik için biz onun ayağına giderdik, diyordu. Ayağa kalktığı cenaze için “Yahudi’ydi” denilince “o da bir insan değil miydi” açıklamasını yapıyordu.( Buharî Cenaiz 50) Yapılan meşru temelli savaşlarda çocuk ve kadın ölülerini görünce yüreği kanıyordu. Böylesi zulümlerden Allah’a sığınıyordu.
O’nun insana saygısının arkasında Kur’ân’ın ilkeleri vardı. Kur’ân’a göre insan en güzel kıvamda yaratılmış, yaratılanların büyük çoğunluğuna üstün kılınmış varlıktı.(Tîn 5; İsra 70) İslami inançlarımızdan ötürü bizimle savaşmadıkça, bizleri yurdumuzdan çıkarmak için atılımlar yapmadıkça ve aleyhimize ittifaklar oluşturmadıkça inancı ne olursa olsun bütün insanlara iyilikler yapılabilirdi. Kur’ân güzellikler yapılmasını, hukuki ve sosyal adalet gösterilmesini öğütlüyordu. Allah’ı, iyiliksever, adaletli kullarını sevdiğini duyuruyor, düşmanlığın yalnızca ve sadece insanlık karşıtı zalimlere karşı yürütülebileceğini bildiriyordu. (Mümtehine 8–9; Bakara 193) İslam’a iman ve onun kurallarına uyma için bile yalnızca tebliğ yapılabilir, hak ve özgürlüklerle donatılan insan üzerinde baskı kurulamazdı. (Bakara 256) Sorgulama hakkı yalnızca Allah’ındı.
O’nun insan onuruna saygısına, yorumlamaksızın iki örnek verelim:
Mekke’nin Fethi günüydü. Hz. Ebu Bekir henüz Müslüman olmamış babası Ebu Kuhafe’yi kucaklayarak Hz. Peygamber’in huzuruna getirdi. Saçı-sakalı bembeyaz olmuş bu pir-i fâniyi huzurunda görünce duygulanan Allah’ın Rasûlü (sav) şöyle buyurdu:
“Ya Ebâ Bekir! İhtiyara zahmet vermeseydin, biz onun ayağına giderdik.”
---Medine’de halk müziği ile ilgili mü’min kadınlardan biri sevgili Peygamberimiz’e gelerek şöyle der:
—Ya Rasûlallah! (Savaşa çıktığımız zaman ben sizin için adakta bulundum; sağ ve salim olarak dönerseniz) huzurunuzda def çalmayı adadım. Şimdi ben ne yapayım?
Allah’ın peygamberi ona şöyle buyurdu:
—Adağını yerine getir. (Mişkâtül-Mesâbîh Hn.3438)
VIII. O'nun Merhamet Kaynaklı Ahlâkı
a. O, âlemlere rahmet elçisi olarak gönderilmiş bir peygamber olarak kendisini Rahmet Peygamberi olarak niteliyor ve merhameti İslâm’ın ahlak değerlerinin özü ve özeti olarak görüyordu.
O’nun için merhamet; mü’minleri kardeş ve dost bilmek; kültürel, siyasî, iktisadî vb. her alanda ve her düzeyde onlarla yardımlaşmaktı. Nefislerimiz için sevdiklerimizi, insanlar için de sevmekti. Sabırlı mütevazı, barışsever ve güleç yüzlü olmaktı. Veremeyenlere verici, gelmeyenlerine gidici ve hatalı davrananlara duacı ve affedici olmaktı. Çünkü Kur’ân merhametli/erdemli insan olunmasını emrediyordu. Onun da böyle olması gerekiyordu.
Bu emirlerden bir kısmı da şöyleydi:
“Sana uyan müminlere merhametli / mütevazı ol.” (Şuara 215)
“(Ey Peygamberim!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hâkimlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus 109)
“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; yönetirken onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân 159)
Biz O’nun Kur’ân kaynaklı merhametinin örgütlediği ahlâkından örnekliğine ziyadesiyle muhtaç olduğumuz tevazuunu örneklendirmekle yetineceğiz:
Tevazuu
Tevazu O’nda zirveleşmişti. O, İnsanlar arasında zengin-fakir, hür-köle, siyah -beyaz ayırımını yapmaz ve yapılmasını onaylamazdı.
“... Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır.” buyururdu.
O, kendisine farklı davranılmasını istemezdi. Bir gün mutluluk yuvası evlerinden çıktıklarında, ayağa kalkan sahabelerine, “Müslüman olmayanların birbirlerini yücelterek ayağa kalktığı gibi, siz de ayağa kalkmayın.” buyurmuştu.
O, her an mütevazı idi. Huzurunda titremeye başlayan bir adama şöyle söylemişti:
“Arkadaş titreme! Ben bir melik/kral değilim. Kureyşli, kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.”
Kendisini fazlaca meth u sena edenleri de şöyle uyarmıştı:
“Ey insanlar! Allah’tan korkunuz. Şeytana uymayınız. Ben yalnız Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kuluyum. Allah beni Peygamberliği ile şereflendirdi. Bana bundan fazlasıyla tazim göstermenizi istemem.”
b. O'nu için merhamet, rahmet olarak gönderildiği âlemlerin bir bölümü oluşturan hayvanların haklarını da kuşatıcıydı. Kur’ân “Her bir hayvan türünün bizler gibi bir ümmet olduğunu” açıkladığı için. O, hayvanlara acı verilmesi ve işkence edilmesini yasaklıyor, haklarına saygı duyulmasını emrediyordu. O, hayvanlara karşı olan iradeli davranışlarımızdan sorgulanacağımızı da bildirdiği içindir ki sahâbileri hayvanlarının ihtiyaçlarını kendi gereksinimlerine tercih ediyorlardı. Hz. Enes şöyle anlatıyor:
—Yolculuk sırasında bir mola verdiğimizde hayvanlarımızın bakımı ve rahatlarını sağlamadan ibadetimizi bile yapmazdık.
Özetlersek Sevgili Peygamberimizin Kur’ân ifadesiyle örnek vasıflı “Büyük Bir Ahlâk” üzere olması gerekiyordu ve Kur’ân çizgisinde böyle de oldu.