Peygamberler Neden Gönderilmiştir?

26 Eylül 2009

Peygamberlerin niçin var olduğuyla ilgili söylenebilecek ilk neden, “Allah’ın buyruklarını insanlara ulaştırmak”tır. Peygamber, bir “elçi”dir; insanlara doğru yolu göstermek için Allah tarafından seçilmiş kişidir.

Bu temel hakikati tespit etmekle birlikte, “niçin peygamber vardır?” sorumuzun içinde halen yanıtlanmamış bir bölüm bulunmaktadır: Peygamber gönderilmesine neden gerek duyulmuştur? Bu ikinci soruyu da kısaca , “insanın ihtiyacı olduğu için” diye yanıtlamak mümkündür. Ancak bu ihtiyaç, biri olmazsa diğerinin bir anlam ifade etmeyeceği tarzda bir zorunluluğu ifade etmektedir. İnsanın “ne tür bir varlık olduğu”, peygamberin de “niçin var olduğu” sorularının birbiriyle olan zorunlu ilişkisi, bizi şu hükme götürüyor:

Peygamberlik, insanın yeryüzündeki mevcudiyetine yönelik sistem içerisinde, bu sistemin önemli bir parçası olan bir mefhumdur. İnsanın varlık nedeni ve varoluş tarzı, “niçin peygamber vardır?” sorusunun yanıtını verir.

İnsanın varoluş tarzı ile peygamberin mevcudiyeti arasında zorunlu bir ilişkiden söz ettiğimizde, bu iki kavramdan yola çıkarak, “eğitim” kavramının temelindeki zihniyete de burada ulaşmış oluyoruz. Birbiriyle ilişkili bu kavramları biraz daha açarak bunların nasıl bir dünya görüşüne ve eğitim anlayışına işaret ettiği üzerinde duralım:

İnsanın varlık nedeni ve serüveni hakkında Kur'ân-ı Kerim’in sunduğu çerçeve özetle şöyledir: İnsan ‘kul’ olmak üzere vardır. Bu noktada aslında diğer varlıklar gibi olmakla birlikte, onlardan farklı yapısı nedeniyle, kulluğu da örneğin meleklerinkinden veya hayvanlarınkinden farklı tarzdadır. Allah, insan türünün ilk örneği olan Adem’i özel bir yaratılışla varlık alanına çıkarılmıştır. Aslı topraktan olan, yeryüzünün gelecekteki bu hükümranına Allah ‘ruhum’ dediği varlık ilkesinden bir soluk üflemiş, ona isimlerin tamamını öğreterek bu isimlerin gösterdiği varlık şemasını kavratmış, nihayet meleklerin insana secde etmesini istemiştir. İlk insanın eşiyle birlikte cennetten çıkarılış öyküsü bir yandan insanın zaaflarına, öte yandan sonunda yeryüzünde halife kılınacak olan bu seçkin varlığın kaderine işaret etmektedir. Yeryüzünde halife olarak nitelenen insan, bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. İnsan, iyilik ve kötülüğü kavrayıp bunlardan birini seçme yeteneğine sahiptir. Olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi için ona göz, kulak ve kalp (akıl) verilmiştir. İnsanın imtihan varlığı olmasının bir gereği olarak nankörlük, geçici hazlara düşkünlük, cimrilik, umutsuzluk, unutkanlık, böbürlenme, acelecilik gibi zaafları da bulunmakta olup bu zaaflarını yenmeyi öğrenmelidir. Özünde en güzel şekilde yaratılan insan, bunu başaramadığı zaman, hayvanlardan da aşağı bir pozisyona düşebilir. Zıtlıkları içeren tüm bu özellikleriyle insan, diğer varlıkların alamayacağı bir şeyi, yani ‘emaneti’ yüklenen varlık olmuştur.

İnsanın varlık tarzına dair bu noktada özellikle şu iki hususun altını çizmek gerekiyor:

İlk olarak, anlaşılan o ki insan seçim yapmak ve seçimleriyle kendini inşa etmek pozisyonundadır. Amacı ve varlık yapısı budur. Seçimlerinin sonucunu yüklenir. Seçimlerini ne yönde yapacağıyla ilgili bir rehbere olan ihtiyacı bundandır. Peygamber; insan seçim yapan ve sonuçlarını yüklenen bir varlık olduğu için vardır. Ve Allah bir peygamber göndermedikçe insanı sorumlu tutmayacağını bildirmiştir. İnsan, akıl ve kalbin yanı sıra bir nefse; irade ve hürriyetin yanı sıra birtakım zaaflara sahip olduğu ve bu hal üzere var kılındığı için peygamber de vardır:

Ona iki yolu gösterdik.” (Beled, 90/10)

De ki, Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (Kehf, 18/29)

Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151)

Hiçbir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.” (Fatır, 35/24)

İnsanın varlık nedeni ve serüveni hakkında Kur'ân-ı Kerim’in sunduğu çerçeve özetle şöyledir: İnsan ‘kul’ olmak üzere vardır. Bu noktada aslında diğer varlıklar gibi olmakla birlikte, onlardan farklı yapısı nedeniyle, kulluğu da örneğin meleklerinkinden veya hayvanlarınkinden farklı tarzdadır. 

İkinci olarak insan, bir şey bilmez olarak dünyaya gelir ve bir ortam içerisinde kendini bulur. Bu itibarla ne melekler, ne de hayvanlar gibi, tek bir hal üzeredir. İnsandaki özellikler kendinde bir imkan, bilkuvve bir durum olmakla birlikte, zaman ve mekana bağlı olarak bilfiil hale gelir; dolayısıyla imkan olarak olgu öncesi, tahakkuk olarak olgu ile irtibatlıdır. Mesela her bir insan konuşabilir, bilebilir, umabilir, talep ve irade edebilir; ancak hangi dili konuşacağı, neleri bileceği, neleri talep ve irade edeceği, nelerden kaçacağı, insanın içine atıldığı dünya içinde anlamını ve hakikatini kazanacaktır (Görgün, 2003).

Dolayısıyla “insan” olabilmek ve yaratılış amacı doğrultusunda kendini gerçekleştirmenin mümkün olabilmesi, insanın yaşadığı çevre içinde mümkün olur. Hz. Adem’in isimleri öğrenmesi, aslında bu ilk “çevre” ve ilk öğrenmedir. İnsan, isimleri öğrenmekle işler hale gelmiştir. Örneğin doğada yalnız başına hayvanlarla birlikte büyüyen insan yavrularının, hayvanlara benzer bir tavır içinde bulundukları bilinmektedir. Hz. Adem’in durumu bundan farklıdır, ona Allah tarafından isimlerin öğretilmesi bu iletişime, kelimeler âlemine girmesini ifade eder. İnsan, kendi cinsinden olan bir grup içinde öğrenmekle insan olur.

Daha ilk yaratılışından beri yeryüzüne gelişinin öncesinde insan yalnız değildir; yalnız yaşamak için yaratılmamıştır. Diğer canlıların da yeryüzünde yalnız olmadıkları, sayıca çok oldukları söylenebilir. Ancak insanın yalnız olmayışı, onun doğasında bulunan ‘başkasında varoluş’ diyebileceğimiz bir durumun yansımasıdır. Örneğin, hayvanlar, bir sürü içinde dahi olsalar yalnızmış gibidirler, toplu yaşayış ancak bir içgüdü benzerliğidir. Aynı hal bitkilerde de görülür. Bir ormanın ağaçları bir çeşit zümre gibi görünse de, her ağacın kendi başına hayatı vardır. Karınca ve arıların yardımlaşmaya dayalı hayatı, onların içgüdüleri gereğince mekanik olarak birbirine benzer hareketleri yapmalarındandır. Ancak insan, yeryüzündeki varlığının başlamasıyla birlikte, insan olma varlığını başka insanlarla birlikte edinir. İnsanın kendisiyle ilgili şuuru, kendi başına değil başka şuurlarla birlikte gelişir (Ülken, 1967). Dolayısıyla insanın insanlığının, belirli bir çevre içinde belli olduğu söylenebilir. İnsan, hemcinslerinden oluşan bir çevre içerisinde kendisini bulur. Kendisindeki potansiyeller işler hale gelir.

“Peygamber” kavramı bu noktada sistem içinde yerini almaktadır. Peygamber, insanın kendiliğinden olmayışı, kendi başına kalmayışı demektir. Peygamber, insan olmak için gerekli olan “çevre”dir. Adem’e isimler öğretilmemişken, ne ve kim olduğuna dair hiçbir fikre, etrafındakilere dair hiç bir adlandırma işlevine malik değilken yeryüzüne öylece gönderildiğini bir düşünün. Bu durumda meleklerin, insanın yaratılacağını duyduklarında verdikleri ilk tepki olan “yeryüzünde kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın” hükmü doğru olurdu. Fakat Allah, gerek isimleri öğretmek, gerekse peygamberler göndermekle, bu varlığın bambaşka bir şey olduğunun ortaya çıkmasını murat etmiştir.

Dolayısıyla peygamber, insan gerçek anlamda ‘insan’ olabilsin diye vardır. İnsanın yeryüzündeki varlığına dair sistem içerisinden peygamber kavramını çıkardığımızda, insan, şimdi olduğumuz insan olmayacaktır. Bulunduğumuz noktada, peygamberlik müessesesinin mevcudiyet ve gereğine ilişkin (yapılabilecek) bir şüphe ve sorgulama da zeminini kaybedecektir. Zira, bu sorgulama ve düşünme işlemini yapabilecek kapasiteyi dahi, peygamberin varlığı ile insana sunulan yaşam tarzına, yani, kendi başına bırakılmamışlığa borçluyuz.

İnsanın, bir takım güçler ve güçsüzlüklerden mürekkeb yapısı, devamlı bir ilerleyiş içinde bulunuşu, kendisi üzerinde çalışmasını, tüm hayatının aslında bir eğitim işi olmasını gerektirmektedir.

Ancak bir arada bulunduklarında anlamlı bir bütün oluşturan ‘insanlık’ ile ‘peygamberlik’ mefhumları arasındaki zorunlu ilişki, “eğitim” kavramının da anlamını vermektedir. Eğitim, insan olmak/insanlaşmak; peygamberlik de, insan olmanın zorunlu koşuludur. Dolayısıyla, eğitim zihniyetimizin temelinde, kendi varlığını peygamber ile irtibatlı gören, kendini ona ve dolayısıyla bu sistemi vareden Kudret’e bağlayan bir insan anlayışı vardır. Bu yapı içinde insan, bir çevre (yani eğitim) ortamı içinde insanlaşırken bu ortam da bir kökene bağlanmış olur. Bu köken, peygamberler silsilesi ile gelen gelenektir. Bu eğitim anlayışında insan, kendinden menkul bir yapı olmayıp, kendini gelenek içinde inşa eden bir varlıktır.

Dolayısıyla, eğitim zihniyetimizin temelindeki insan, kendi başına bırakılmamışlığın yanı sıra kendini kuran insandır. Kendi başına bırakılmamış olmak, peygamber ile varolmak demektir. Kendini kurmak da, insanın hür iradeye ve sorumluluğa sahip olmasıdır ki,  peygamberin varlığı burada da devreye girer. İnsan olma yolunda peygamber ona rehberdir. Peygamberler de insandır. İlk insan, ilk peygamber Allah’ın eğitiminden geçtiği gibi, peygamber de insanlar için bir eğitendir. Onlar gibi yer, içer, dinlenir, hastalanır, evlenir vb. Bir insan olarak nasıl yaşanacağı konusunda canlı bir örnektir. Şu âyet-i kerimeyi bir de bu açıdan düşünebiliriz:

"Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik." (İsra, 17/95)

İnsanın, bir takım güçler ve güçsüzlüklerden mürekkeb yapısı, devamlı bir ilerleyiş içinde bulunuşu, kendisi üzerinde çalışmasını, tüm hayatının aslında bir eğitim işi olmasını gerektirmektedir. Eğitimin amacı ve niteliği, hayatın amacı ve insanın mahiyetiyle örtüşür. Temel hareket noktasını buradan alır. Ve en görünür formunu “peygamber” ile alır. Böylelikle, eğiten yol gösteren peygamberin varlığından hareketle eğitim telakkisi, insanın varoluş yapısında temellenmiş olmaktadır.

___________________________________________________________________________________________________________

Bibliyografya:

Görgün, Tahsin (2003). Anlam ve yorum: Dini metinlerin anlaşılması ve yorumlanması. İstanbul: Gelenek Yayınları.
Ülken, Hilmi Ziya (1967). Eğitim Felsefesi. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.