Siyer Yazıcılığı (2. Bölüm)

Tarih disiplini açısından siyer yazımında karşılaşılan problemlerden birisi de, “tarafsızlık” ilkesini siyerde uygulama zorluğudur. Konuyu aydınlatma adına, burada öncelikle tarafsızlık ilkesinin yeniden sorgulanması gerekmektedir. Ardından siyer söz konusu olduğunda bu ilkeyi uygulamanın neden daha da zor olduğunun ortaya konması icap etmektedir.İbn Hişam tarafından düzeltmeler gören ilk dönem rivayetleri, tüm eleştirilere rağmen, daha sonra ortaya çıkacak rivayet zenginliği yanında oldukça sade kalmaktadır. Zira ilerleyen zamanlarda, nübüvvet tartışmaları, farklı kültürlerden sızmalar, hadis edebiyatının gelişmesi, sebeb-i nüzul kitaplarının telifi, nesep kitaplarında siyerde kullanılabilecek bilgilerin artması, genel tarih kitaplarında siyere de yer verilmesi ve tasavvufi çevrelerde kıssa ve menakıp geleneğinin cazip hale gelmesi, hem siyerin dil ve üslubunu değiştirmiş, hem de malzemesinde ciddi bir artışa neden olmuştur.[3]

Belçıkalı tarihçi Leon Halkin, iyi bir tarihçinin, “hiçbir döneme ve hiçbir ülkeye” mensup olmamasını isteyen Fenelon (1651-1715)’un tezine karşı çıkar ve bunun asla mümkün olmayacağını, hatta akıldışı bir temenni olduğunu dile getirir. Her insanın bazen farkında olmadan ahlaki anlayışlarını ve siyasi tercihlerini kendisinden tevarüs ettiği bir ortama mensup olduğunu, tarihçilerin en bağımsızlarının da hayatın kendisi olan bu mirastan kaçamayacaklarını, bu mirası reddetmelerinin, kendilerini şekillendirmiş olan ortam için haksızlık olacağını vurgular. Ve “insan kendisine rağmen, partizan olmaksızın taraflı olabilir,” hükmünü koyar.[4] Hakikaten Halkin’in de ifadesiyle, en tarafsız tarihçi bile daima zamanının ve memleketinin insanıdır.

O halde siyer yazımında, normalde dahi uygulanması zor, ama belli bir üslup çerçevesinde gizlenebilen “tarafsızlık ilkesi” ne derece geçerli olabilir?

Tarih disiplini için geçerli olan usule dair kriterlerin, siyer söz konusu olduğunda, zorunlu olarak bir kırılma yaşadığını görmekteyiz. Zira her şeyden önce algılarımızla algılayamadığımız ve aklımızla tahayyül edemeyeceğimiz bir âlemden mesaj aldığını söyleyen tarihî bir şahsiyeti, yine büyük çoğunluğu bu şahsiyetin mesajına inanmış olan insanların rivayetleriyle değerlendirmekteyiz. Bu değerlendirmede Hz. Muhammed’in (Hz. ifadesini kullanmakla esasında biz de tarafımızı ifade etmiş oluyoruz) bir peygamber olduğuna inanıp inanmama meselesi, oldukça önemli bir kriter olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun yaşamını okurken, yapılan okumaya, okuyanın dini inaçları ister istemez karışacaktır. Dolayısıyla siyerin bizatihi kendisi, inancın ve inançsızlığın, tabii bir sübjektiflik soktuğu bir alandır. Bu çerçevede, bazen yazarın tarafını net bir şekilde ortaya koyması, yapılan çalışmaların değerini dahi arttırabilmektedir.

Siyer çalışmalarında inancın etkisi, tahminimizden daha derinlere nüfuz edebilmektedir: Özellikle de tarihî hadiselerdeki sebep-sonuç ilişkisi noktasında. Carr, tarih incelemesinin, “nedenlerin incelenmesi” olduğunu söyler ve tarihçinin durmadan “niçin” sorusunu sorması gerektiğini; cevap bulmayı umduğu sürece de durmaması gerektiğini ilave eder. Gerçekten de tarihçi “nasıl” ve “niçin”i bilmek ister. Ve bu arzusuna, ancak olguların birbirleri ile olan bağlantısına nüfuz ederek ulaşabilir.[5] Sebep – sonuç ilişkisi üzerine inşa edilecek bir dünyanın, David Hume’dan beridir felsefi sorgulaması yapılsa da, neticede elimizdeki tek mantıki gereç olan bu yaklaşımı benimsemek makul gözükmektedir.

Siyerin bizatihi kendisi, inancın ve inançsızlığın, tabii bir sübjektiflik soktuğu bir alandır.

Bu yüzden objektiflik, gerçekliğin peşinde olan tarihçinin gayretlerinin ancak kısmî bir hedefi olarak kalabilir. “Tarihçi olguları vukubuldukları gibi göstermek; onları, yorumlarına sübjektif unsurlar katmaksızın, şimdiki zamanla aydınlatmak peşindedir. Fakat tam objektiflik de tam tarafsızlık kadar ondan esirgenmiştir.”[6] İnanca ait bir kabul, siyer tarih yazımında objektiflik ve tarafgirlik ilkelerinde belli bir tavizi zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte “tarihçi, mümkün olan en büyük objektifliği yakalamaktan vazgeçmemelidir. Tarihçi için şahitliklerin ve yorumların kontrolü meselesi, tekrarlanan incelemelere rağmen, asla zaman aşımına uğramayacak bir görev olmalıdır.”[7]Ancak sebep-sonuç ilişkisi noktasında yapılacak bir sorgulama, siyer söz konusu olduğunda bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanan biri, Peygamber’in hayatında sebepleri, diğer beşerî ilimlerde olduğu kadar sorgulayamaz. İnanan için o döneme mahsus belirgin bir ilahî müdahale söz konusudur ve bu çerçevede, sebepleri sorgulamak yerine, hikmetlerin peşine düşebilir. Siyer söz konusu olduğunda, birbirleriyle irtibatlı tarihî olaylar zincirini, dünya ötesi iletişimi olan bir peygamberin sıradışı konumuyla irtibatlandırmaktan kaçamayız. Ve farkına varmadan bu olayları inanç alanlarımıza yerleşmiş belli yargılarla tahlil ederiz. Tarihçiler ve tarih filozofları tarafından yoğun bir şekilde işlenen tarihin, “geçmiş olayların düzenli bir neden- sonuç sırası içinde ardarda düzenlenmesinden ibaret” olduğu tezi, bu bakımdan, hiç değilse incelediği şahsiyetin mesajına inanmış biri için, siyer söz konusu olduğunda rahatlıkla tatbik edilemez.

İnanç meselesinin siyer alanındaki etkisi, tarafsızlık ile sınırlı gözükmemektedir. Bu çerçevede siyer çalışmalarına yönelik eleştiri konusu yapılan (kendi dönemlerinin değer yargıları ile tarihî olguları yargılamaya çalışan) mutlakçı ve (tarihî olguları şimdiki duruma nisbet edilebildiği ölçüde değerli gören) şimdici yaklaşımlara da bulaşmıştır bu husus.[8]

Yukarıda yapılan tarifi çerçevesinde mutlakçılık eleştirisine, hiçbir şekilde mazeret aramamak gerekir. Zira değişken bir çağdaş gündemle tarihi yargılamak, beraberinde çok ciddi yanılsamaları da getiren illetli bir ruh halidir. Oryantalist çalışmalar, İslâm tarihini, bu çalışmaların geri planındaki siyasi (sömürgeci) gündemin gerektirdiği bir bakış açısıyla yargılamıştır Bu çalışmaların ne kadar çarpıtılmış bir tarih anlayışını ortaya koyduğu ve bu anlayışın, Batı’nın zihin dünyasını ne kadar derinden etkilediği, şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır. Benzer bir illeti, kimi çağdaş Müslüman araştırmacıların da taşıdığı sıklıkla görülmektedir.

Bununla birlikte mutlakçı yaklaşımlardan bir kısmı, daha sonradan sistematik bir tarzda incelenmiş bir konuya, geçmişten malzeme bulmaya yönelmekten kaynaklanmaktadır. Ekonomiden siyaset ilmine, fizikten psikolojiye kadar birçok alanda sonradan sistematik bir şekilde ele alınan konuların tarihteki karşılıkları hep merak konusu olagelmiştir. Böyle konularda son zamanlarda yapılmış sistematik çalışmalardan hareketle geçmişteki bir olguyu yeniden sorgulamak, mutlakçılığın en masum hali olarak değerlendirilebilir.

Diğer taraftan çok daha tehlikeli bir yaklaşım, özellikle bugünün bir şekilde kabul görmüş olduğu söylenen hâkim ideallerinin, aslında Peygamber tarafından icat edildiğini ispat etmeye yönelik çalışmalarda ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman apolojist (özürcü) bir noktaya varabilen bu çalışmalar, çoğu kez tarafsızlık ilkesine uygun bir üslupla kaleme alındığından olsa gerek, ilim dünyasında oldukça revaç bulabilmektedir. Sonucuna iman edilmiş bu tür bir tezi ispat etmek için Peygamber’in hayatına müracaat etme yönündeki yaklaşımlar, tarihi ciddi bir şekilde tahrif etmektedir.

Diğer yandan siyer çalışmalarında eleştiri konusu olan bugünün problemlerine geçmişten cevap arama yaklaşımı, siyer çalışmalarında özellikle Peygamber’in mesajına inanmış araştırmacıların yaptığı siyer çalışmalarında sıklıkla karşımıza çıkan bir durumdur. Esasında bu durumu çok da yadırgamamak gerekir. Zira geçmişi aydınlatan, şimdiki zamandır. “Şimdiyi geçmişle anlamak” önemlidir.

Siyer ilmi, bir şahsın biyografisini oldukça aşan ve insanlığa yönelik mesaj veren bir disiplin olarak karşımıza çıkmakta; Hz. Muhammed’i yalnızca tarihî bir şahsiyet olarak ele almak mümkün olmamaktadır.

Zira siyer ilmi, bir şahsın biyografisini oldukça aşan ve insanlığa yönelik mesaj veren bir disiplin olarak karşımıza çıkmakta; Hz. Muhammed’i yalnızca tarihî bir şahsiyet olarak ele almak mümkün olmamaktadır. Siyerin, “tarihî” olanın olmazsa olmaz iki önemli vasfı olan zaman ve mekân boyutunu aşan bir yanının olduğunu vurgulamamız gerekmektedir. Tabii olarak “bugüne ışık tutacak” bir mesajı siyerden çıkarmak çok da kolay değildir ve sonuçlarının doğru bir şekilde okunması ve değerlendirmeye tâbi tutulması icap etmektedir.Malzemesi ve kaynakları belli bir ilim olan Siyer alanında yeni bir şey ortaya koymak, aslında değişen gündem ve şartlar çerçevesinde tarihi yeniden anlamaya çalışmaktan geçer. Değişen toplumsal gelişmeler karşısında, dünyevî hayatları ile dinî hayatlarını çatıştırmak istemeyen kesimlerin yaşadıkları problemlere, Hz. Peygamber’in hayatından çözüm üretme taleplerini dikkate alan çalışmaların olması, bu bakımdan tabiidir. Zira siyerin bugüne bakan bir yanı vardır. İslam dininin Âdem’den beri devam eden tevhid anlayışının son halkası olduğu dikkate alındığında, hayatı model olan bir Peygamber’in, tüm insanlığa yaptığı çağrının, değişen zaman ve şartlar karşısında yeniden ele alınması doğaldır. Tarihin “şimdici” bir yaklaşımla ele alınması anlamına gelen ve tarih metodolojisi açısından problem teşkil eden söz konusu durum, Siyer için kaçınılmazdır.

Özetle, siyere yönelik olarak yapılan eleştiriler ve değerlendirmeler, siyere has bazı özel ilmî ilkelerin ortaya konulmasının elzem olduğunu göstermektedir.  

Siyer Neden Tekrar Tekrar Yazılır?

Hz. Muhammed’in şahsiyetinin örnekliği esası, siyerin farklı nesiller tarafından neden yeniden yeniden ele alındığının da en temel gerekçesini oluşturmaktadır. Yukarıda değinilen şimdici yaklaşımların da esas olarak bugünün sorunlarının çözümü olarak siyere başvurmasının arkasında da bu örneklik yatmaktadır.

Muhammed Hamidullah’ın, İslam Peygamberi kitabının başlangıç kısmında, siyer çalışmalarına niçin gerek duyulduğu sorusuna verdiği cevaplar, bu ihtiyacın gerekçelerini özetlemektedir. Yeri doldurulamayan, zihinlerde hâlâ yaşamaya devam eden Hz. Peygamber’in her insandan çok daha fazla tanıtılmayı hak etmesi, keza Hz. Muhammed’in özellikle Müslümanlar tarafından tanınma zarureti ve onun yolunun bilinmemesi halinde sünneti takip etmenin ve gerçek anlamda Müslüman olmanın mümkün olamaması gibi tezler,[9] bu sorunun kısmi cevaplarını teşkil etmektedir.

Peygamber’i tanıma, siyer eserlerinin yazımında ana gaye gibi gözükse de, Peygamber asrından uzaklaştıkça, Peygamber ile yakınlık kurma isteği de siyer yazımında oldukça önemli bir itici güç olmuştur. Yakınlık kurma da her çağın kendi araç ve idrak düzeyine göre yeniden şekillenmiştir. Bu anlamda kimi zaman farklı bir metot denemesi (kaynak kullanımı, hadis ve Kur’anla karşılaştırma, akla yatkınlık vs.) veya kaynak ayıklaması amacı da siyer yazımında etkili olmuş; kimi zaman da günün sorularına bir cevap arayışı gayesiyle peygamberi portrelemek (kurtarıcı, savaşçı, devlet adamı, dai vs.), günün popülizmine uygun bir üslup denemek (şiirsel, mantıksal vs.), farklı bir kesime hitap etmek (popüler, akademik, Batı’ya cevap) yeni bir siyer yazımına gerekçe teşkil etmiştir. Mesela, İslam dünyasında şüphe, tereddüt, değişme talebinin arttığı XIX. asırda, modernizm, emperyalizm, oryantalizm, rasyonalizm gibi akımlara karşı gelişen hareketler (direnişçi, maneviyatçı, Selefi, vb.), siret yazımını doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde kaleme alınan eserlerde, bir iki asır öncesinin eserlerinde yaygın olarak kullanılan mucize teması önemli ölçüde azalmış; daha rasyonel açıklama ve yorumlar devreye girmiş; Peygamber daha ziyade beşer özellikleriyle ön plana çıkartılmıştır. Keza sonraki dönemlerde rağbet bulan dinlerarası diyalog ve hoşgörü tartışmaları ekseninde, siyerde konjonktüre uygun bir söylem geliştirilerek Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle ilişkisi gibi konular ön plana çıkarılmıştır.

Peygamber asrından uzaklaştıkça, Peygamber ile yakınlık kurma isteği siyer yazımında oldukça önemli bir itici güç olmuştur.

Asırlar boyunca adına çok sayıda biyografinin yazıldığı Hz. Peygamber, edebiyatta da bir çok türün konusu olmuştur. Edebiyatta Peygamber’i anlatan bir çok edebi tür gelişmiştir: Siyer, mevlit, mucizât-ı nebî, naat, delâil, esmâ-i nebî, evsaf-ı nebî, miraciyye, regaibiyye, gazavatnâme, şemail, hicretname, faziletname gibi.


Dipnotlar

[1] Sabri Hizmetli, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Ankara 1991, s. 37-9.

[2] İbn Hişam, Sîret-i İbn Hişam – İslâm Tarihi, I, çev. Hasan Ege, İstanbul 2006, s. 9, 20-21.

[3] Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, s. 134-5.

[4] Leon – E. Halkin, Tarih Tenkidinin Unsurları, çev. Bahaeddin Yediyıldız, Ankara 1989, s. 12.

[5] E.H. Carr, Tarih Nedir, İstanbul 1987, s. 115.

[6] Halkin, s. 13.

[7] Halkin, s. 13.

[8] Ahmet Davutoğlu, “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetler arası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı” Dîvân İlmî Araştırmalar, sayı 7, İstanbul 1999.

[9] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1995, I, s. 3-6.