Sünnetin Dindeki Yeri

"Hz. Peygamber'den Kur'ân dışında sadır olan her türlü söz, fiil ve onay" şeklinde terim anlamıyla tanımlanan "sünnet" kelimesi sözlükte "yol açmak, yol yapmak" gibi anlamlara da sahiptir. Bu sözlük anlamı, aynı zamanda teknik anlamda Hz. Peygamber'in sünnetiyle de doğrudan alakalıdır. Çünkü Hz. Peygamber'in sünneti aynı zamanda O'nun müminler için açtığı yoldur. Bu yola bazen sırat-ı müstakim (doğru yol) adı da verilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber insanları kendisine uymaya çağırırken şöyle nida etmektedir: "İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O'nun yolundan ayırır. İşte Allah size bunları sakınasınız diye emretti." (Enâm, 6/153).

Hz. Peygamber'in yolu, yani sünnet, müminleri doğrudan cennete çıkaran en kestirme yoldur. Başkalarının da yolları vardır, ancak bu yollar müminleri umdukları yere çıkarmadığı gibi, birliklerinin de dağılmasına sebep olur. Bu yüzden Hz. Peygamber'in yolu, O'nun yetiştirdiği en büyük ilim hazinelerinden olan sahâbî Abdullah b. Mesud tarafından yine Kur'ân-ı Kerim'le ilişkisi kurularak ele alınmakta ve "gidilecek en güzel yol" şeklinde tanımlanmaktadır: "En güzel söz Allah'ın Kitabı, en güzel yol Muhammed'in (sav) yoludur." (Buhari, Edeb, 70).

Hz. Peygamber'in sünneti sıradan bir insanın din yorumu değil, vahye doğrudan muhatap olan bir yüce şahsiyetin her daim Allahu Tealâ'nın kontrolünde olmak kaydıyla vaz ettiği prensipler bütünüdür, bu yüzden dinî deliller hiyerarşisinde Kur'ân-ı Kerim'le birlikte daima en üstte ve icma, kıyas, sahabi kavli vb. delillerden ayrı bir yerde durur. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet bütün dini delillerin esas dayanağı olan iki asıl, yani kaynaktır. Hz. Peygamber, bir peygamber olmak hasebiyle hatadan korunmuş olduğundan, O'nun sünneti de daima Allah'ın kontrolü altındadır ve kaynağını bizzat ondan almaktadır. Nitekim bu hususu ifade etmek üzere Rasûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "Dikkat ediniz! Bana Kitap ve onunla birlikte bir benzeri verildi." (Ebu Davud, Sünne, 6; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 131).

İslam âlimleri Hz. Peygamber'in "bana Kur'ân ve bir benzeri verildi" sözüyle kastettiği şeyin sünnet olduğu hususunda hemfikirdir. Hatta birçokları bunu da vahiy kapsamında değerlendirmekle birlikte "namazda okunmaması" anlamında "vahy-i gayr-i metlüv" olarak adlandırırlar. Hz. Peygamber'in sünnetinin de bir nevi vahiy ürünü olduğu hususu başka bir rivâyette şöyle edilmektedir: "Cibril, Hz. Peygamber'e -sallallahu aleyhi ve sellem- Kur'an'ı indirdiği gibi Sünnet'i de indirirdi." (Darimi, Mukaddime, 49). Bu sebeple, Sünnet'in Kur'ân ile ortak yönü olarak, her ikisinin de vahiy ürünü oluşu gösterilir. Dolayısıyla, sünnetin şer'î bir delil oluşu, yani dini hükümler için bir kaynak oluşunda şüphe yoktur ve bu hususu kabul etmeyenler Müslüman sayılmazlar. Hz. Peygamber, bazı kişilerin gelecekte dini tahrif etmek maksadıyla nasıl davranacaklarını biliyormuşçasına, Sünnet'i göz ardı etmek isteyen yahut onun delil oluşunu kabul etmeyenleri de şiddetle uyarmaktadır: "İçinizden hiçbirinizi benim bir emrim veya yasağımı duyduğu vakit ‘biz anlamayız, bize Kur'ân'daki helal ve haramlar yeter' derken görmeyeyim!" (Ebu Davud, Sünne, 5).

Hz. Peygamber'in sünnetinin önemli bir boyutu da sünnet-hikmet ilişkisidir. "Peygamberlik", "söz ve amelde isabet, herşeyi yerli yerince yapmak ve söylemek", "din bilgisi, tevil bilgisi, Allah tarafından insana verilen anlayış kabiliyeti", "bizzat hakkın ve gerçeğin bilgisi, amel edilmek üzere öğrenilecek olan hayrın bilgisi", "aklî ve amelî kabiliyetlerin en mutedil seviyede yer alması", "içinde zanna yer bırakmayacak şekilde kesin inanca yol açan kat'i delil", "en faziletli ilim sayesinde, en faziletli şeylerin bilgisi(ne ulaşmak)" gibi farklı şekillerde tanımlanan hikmet kavramı, birçok âyette Hz. Peygamber'le ilişkili olarak kullanılır. Yine bazı âyetlerde belirtildiğine göre Allah onu bir lütuf olarak müminlere göndermiş ve kendisine hikmet vermiştir (Bakara 2/129, 151, 231; Âl-i İmrân 3/164; Nisâ 4/113; İsrâ 17/39; Ahzâb 33/34).

Hz. Peygamber'in "size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Kur'ân ve Sünnetim" hadisinde olduğu gibi sünneti Kur'ân'la birlikte anmasına benzer şekilde, hikmet kavramı da Kur'ân-ı Kerim'de birçok defa Kitap kavramıyla birlikte ele alınır.

Önceki peygamberlerden bazıları hakkında kullanıldığı yerlerde peygamberlik anlamını ihtiva eden hikmet kavramının, özellikle Hz. Peygamber hakkında nazil olan âyetlerde, bundan farklı bir mana taşıdığı hemen dikkat çekmektedir. Hz. Peygamber'in "size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Kur'ân ve Sünnetim" hadisinde olduğu gibi sünneti Kur'ân'la birlikte anmasına benzer şekilde, hikmet kavramı da Kur'ân-ı Kerim'de birçok defa Kitap kavramıyla birlikte ele alınır. Bunlardan yedi tanesi doğrudan Hz. Peygamber'le ilgili olarak geçmektedir. Söz konusu âyetlerin mealleri şöyledir:

"Ey Rabbimiz! Onların içinden onlara senin âyetlerini okuyacak, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, onları iyice temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegane galip sensin." (Bakara 2/129).

"Nitekim içinizde kendinizden bir peygamber gönderdik ki o, size âyetlerimizi okuyor, sizi tertemiz yapıyor, size Kitap ve hikmeti öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor." (Bakara 2/151).

"Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti düşünün. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara 2/231).

"Andolsun ki müminler daha evvel apaçık ve kati bir sapıklık içinde bulunuyorlarken Allah, içlerinden ve kendilerinden onlara âyetlerini okuyan, onları tertemiz yapan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermiş olduğu için büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âli İmran 3/164).

"Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve bilmediklerini sana öğretti. Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve inâyeti çok büyüktür." (Nisa 4/113).

"O, ümmiler içinde kendilerinden bir peygamber gönderendir ki, onlara âyetlerini okur, onları temizler, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretir. Hâlbuki onlar daha evvel hakikaten apaçık bir sapıklık içinde idiler."(Cuma 62/2).

"Allah'ın evlerinizde okunup duran âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin iç yüzünü bilendir, her şeyden hakkıyla haberdardır."(Ahzâb 33/34).

Bu âyetlerde zikredilen hikmet kavramını peygamberlik olarak anlamaya imkân yoktur, çünkü burada Hz. Peygamber'in müminlere hikmeti öğrettiğinden bahsedilmekte, yani hikmetin "indirilen" ve "öğretilen" bir şey olduğu söylenmektedir. Nitekim Tâbiînden müfessir Katade b. Diâme (Taberî, Tefsir, II, 576), Hasan-ı Basri (Kurtubî, el-Câmi‘, XVIII, 92), Şafiî mezhebinin kurucusu Muhammed b. İdris eş-Şâfiî (er-Risâle, s. 32, 76-79) ve Endülüslü müfessir Kurtubî (el-Câmi‘, II, 131, III, 157),  Zemahşerî (Keşşâf, I, 477; IV, 102) ve İbn Kesîr (Tefsir I, 401) gibi alimlere göre bu âyetlerde bahsedilen hikmet Hz. Peygamber'in sünnetidir. Şu halde indirilmiş olması onun vahiyle bağlantısına işarettir. Öğretilebilir oluşu ise Hz. Peygamber'in sünnetinin İslam âlimleri ve özellikle muhaddisler tarafından nesilden nesile aktarılması ve muhafaza edilmesiyle ilgilidir.

Sünnet, bütün İslam tarihi boyunca da âlimler tarafından daima dinin en önemli iki kaynağından biri olarak değerlendirilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de anlaşılamayan bir âyetle karşılaşılması durumunda ilk olarak daima Hz. Peygamber'in bu konuda bir açıklamasının olup olmadığı araştırılmış, yani Kur'ân'ın ilk müfessiri olarak sünnete yer verilmiştir, çünkü Hz. Peygamber'in en önemli görevlerinden birisi Kur'ân'ı beyan etmek, yani açıklamaktır. O'nun bu görevi Kur'ân-ı Kerim tarafından şöyle ifade edilmektedir: "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur'an'ı indirdik." (Nahl 16/44). Kur'ân'ın anlaşılmasında Hz. Peygamber'in katkısı bazı âlimler tarafından "Sünnetin Kur'ân'a olan katkısı, Kur'ân'ın Sünnete olan katkısından fazladır" sözleriyle ifade edilmiştir. Biraz cüretli bir ifade gibi görünen bu sözler aslında çok tabiî bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu sözlerin sahibi, "Hz. Peygamber'in hayatı boyunca ortaya koyduğu sünneti olmasaydı, Kur'ân-ı Kerim ne indirildiği dönemde ne de sonraki nesiller tarafından hakkıyla anlaşılabilirdi" demek istemektedir. Sünnetin bu konumu, bir yandan dinin doğru anlaşılıp yaşanmasını sağlamış, bir yandan da Kur'ân-ı Kerim'in hakkıyla muhafaza edilmesine yardımcı olmuştur. Hz. Peygamber'in vefatından sonraki o kritik dönemde İslam'ın sapasağlam ayakta kalması, O'nun sünnetini en ince ayrıntısına kadar zihinlerine nakşetmiş, ruhlarında özümsemiş olan sahabilerin İslam dünyasının çeşitli bölgelerine dağılarak, Hz. Peygamber'den aldıklarını diğer insanlara aktarmaları sayesinde mümkün olmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'le birlikte sünnet, İslam toplumunun bin dört yüz yıldır ayakta duran bünyesinin omurgasını oluşturmaktadır. İkisinden birisinin eksik olması halinde bu bünyenin yaşaması mümkün değildir. Bu yüzden Müslümanlar tarihin her döneminde Kur'ân'a atfettikleri değeri sünnete de atfetmişler, ikisini bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak görmüşlerdir. Modern dönemde İslam dünyasının karşılaştığı ve yüzleştiği çok ciddi problemlere rağmen Sünnet, Müslümanları ayakta tutan en önemli iki birleştirici unsurdan biri olmaya devam etmektedir.

Sünnetin Kur'ân-ı Kerim'i açıklamak dışındaki ikinci bir vazifesi, dinin Kur'ân'da yer almayan emir ve yasaklarını doğrudan belirlemesidir. Sünnet, bütün İslam âlimleri tarafından, dini hüküm vaz edebilme salahiyeti açısından Kur'ân gibi müstakil bir delil kabul edilmiştir. Esasen sünnetin bu yönü, diğer birçok özelliğine nazaran çok daha baskındır, çünkü dinin özünü oluşturan ibadetler ve diğer konularla ilgili birçok meselenin hükmü bizzat Rasûl-i Ekrem tarafından belirlenmiştir. Müslümanların gündelik hayatlarında karşı karşıya oldukları birçok meselenin hükmünün yer aldığı fıkıh kitapları, en önemli referanslarını Hz. Peygamber'in sünnetini oluşturan hadislerden almaktadır. Klasik yahut modern hiçbir fıkıh âlimi, herhangi bir mesele hakkında hüküm verirken Hz. Peygamber'in sünnetini göz ardı etme cihetine gitmemektedir. Aslında sadece bu gerçek bile Sünnet'in dindeki yerini açıklamaya yetmektedir. Eğer Sünnetin dinde yeri olmasa ve din sadece Kur'ân-ı Kerim'den ibaret bulunsaydı, İslam dini son derece kısır, çok dar bir alanı kapsayan, hayatın her alanına hitap etmekten uzak ve kısa zaman içinde yok olmaya mahkum biçimde ortaya çıkmış olurdu. Oysa dine hayatın her alanına hitap etme salahiyetini ve iddiasını kazandıran husus, bizzat bu hayatın içinde yer alan, her türlü problemle yüzleşen ve onlara çözüm üreten Hz. Peygamber'in tüm yaşamının bir hülasası olan Sünnettir.

Kur'ân-ı Kerim'le birlikte sünnet, İslam toplumunun bin dört yüz yıldır ayakta duran bünyesinin omurgasını oluşturmaktadır. İkisinden birisinin eksik olması halinde bu bünyenin yaşaması mümkün değildir. Bu yüzden Müslümanlar tarihin her döneminde Kur'ân'a atfettikleri değeri sünnete de atfetmişler, ikisini bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak görmüşlerdir. Modern dönemde İslam dünyasının karşılaştığı ve yüzleştiği çok ciddi problemlere rağmen Sünnet, Müslümanları ayakta tutan en önemli iki birleştirici unsurdan biri olmaya devam etmektedir.